Ömer Faruk ERYILMAZ
Yüzsüz!
Derviş Ali’nin öküzleri tüm beldede örnek gösterilecek, imrenilerek bakılacak kadar, güçlü-kuvvetli ve gençler.
Derviş Ali de boylu poslu, güçlü ve yakışıklı mı yakışıklı bir yiğit.
O yıl da herkesten önce başlayıp, herkesten önde giriyor çift-çubuk, ekim-biçim işlerine.
Ottu, fiğdi, arpaydı, buğdaydı derken, yığıyor mahsulünü Orta Harmanlar’a.
Aylardan Ağustos. Hadi bilemedin Eylül.
Herkes ellerinde orak-tırpan tarlalara koşup, biçim yaparken, O genç, güçlü ve alımlı öküzlerini çoktan döndürmeye başlamış düvenin önünde.
Arpalar, buğdaylar sapından ayrılıp, o harmanı alt üst ederken, karısı Zeliha, (Bizim Zela Deyze’miz) ha bire suydu, pestil ezmesiydi, yufka ekmek-peynirdi, taşıyıp duruyor harman yerine.
Derviş Ali’den çok, düvenin üstünde, düvenle beraber dönüp dururken eğlenen, oyun oynadığını sanırken, (yaptıkları ağırlıkla) bir işe yaradıklarını bilmeyen çocuklar mutlu.
Dön dön dön….
Bunun nerede, ne zaman biteceğini bilen tek insan, Derviş Ali.
Güneş, tam tepede.
Derviş Ali’nin kafasındaki Türkmen başlığının kenarlarından ter fışkırıyor.
Sıkılıyor, bıkıyor, çocuklar.
Yoruluyor, Zela kadın.
Yoruluyor öküzler.
Kim bilir belki Derviş Ali bile yoruluyor.
* * *
Elindeki dirgenle öküzlerin önüne geçiyor Derviş Ali. Düvenin üzerindeki çocuklara “haydi evinize” derken, boyunduruklarını çözüyor öküzlerin.
Önüne kattığı öküzler, hiçbir yönlendirme beklemeden Teke Pınarında alıyorlar soluğu.
Tertemiz oluktaki suyu neredeyse yarıya getirinceye kadar içiyorlar da içiyorlar.
Karınları tok, susuzlukları gitmiş öküzler kendiliklerinden geliyorlar Kel Ağa gilin kavakların altına.
Sırtlarını dayadıkları duvardan gelen dere sesinin şırıltısında geviş getirerek yorgunluk atmaya başlıyorlar.
Öküzlerinin rahatını gören Derviş Ali’de evine gidiyor.
Dinleniyor.
Kaçırdığı vakit namazlarını kılıp, karısının önüne koyduğu yemeği yiyor.
* * *
Gün kırılıyor yavaştan.
Aklında harman yeri, birkaç saat daha sürmesi gereken düven işleriyle, öküzlerin dinlendiği kavakların altına geliyor Derviş Ali.
Geliyor da, ayağa kalkmış, boynunu kavaklara sürterek kaşıntısını gideren Ala Öküzün yanında olması gereken Kara Öküz’ü göremiyor.
Çeşmeye bakıyor, su içmeye mi gitti ki diye… Yok!
Harmanlara koşuyor, buraya mı geldi ki diye… Yok!
Teke’lerin Omar’a, Habiblerin Ayşe’ye soruyor.. Gören bilen yok.
Yok yok yok!
O gün yok….
Sonraki gün yok…
Daha sonraki gün yok Kara Öküz!
* * *
Belediye tellal çıkartıyor, müezzin minareden duyuruyor, herkes herkese soruyor, ama ne gören, ne duyan, ne bilen var koca beldede Kara Öküz’ü…
Belediye Reisi, candarma, bekçi, muhtar, aza….
Herkes peşinde Kara Öküz’ün.
Ama Kara Öküz yok.
* * *
Derviş Ali, harmanını kaldırmak için, Ala Öküzünün yanına eş ararken, duymuyor yukarı mahalleden gelen kötü kokuları.
Ama burun bu!
Gece yarısı ilk Çendeklerin Mehmet zıplıyor yatağından. Arkasından Kasimlerin Memed. Kabakların Arif…
Sabah ezanını okuyan müezzin Mustafa efendi, minarenin şerefesinde alıyor leş kokusunu.
Bundan sonrası, yani kokunun geldiği yeri bulmak zor olmuyor ahali için.
Kara Öküzün kaybolduğu yerin hemen elli metre ötesindeki bir ahırdan geliyor koku.
Kapılar dikkatlice açılıp, önlemler alınarak giriliyor loş ışıklı ahıra.
* * *
Kapının önüne yığılmış meraklılar, sağa sola dağıtılınca görülüyor, yerde yatan Kara Öküz…
İlk tepki de, Kel Ağagilin Halil İbrahim’den geliyor.
“Lan bu öküzün çiğerini sökmüşler!” diye bağırıyor Halil İbrahim ağa.
* * *
Candarma çavuşu, muhtar, aza, ağız ve burunlarını kapatırken, eğilip bakıyorlar yerdeki hayvan leşine.
Teşhis; inkar edilemeyecek kadar açık ve ortada.
Zaten ev sahibi adam da inkar etmiyor yaptıklarını.
“Günlerdir boğazımdan bir şey girmedi, çok açtım. Gönlüm CİĞER çekiyordu.” diyor.
* * *
Kaç gündür açtı adam?
Kaç gündür boğazından lokma geçmemişti?
Konu komşusu sorup soruşturmuymuştu aç mısın, tok musun? diye.
Kimse bilmedi bunu.
Aynen, “Niye ayağının dibinde gezinip duran tavuklardan birisini yakalamamış? Niye komşularının yüzlerçe koyun- keçisinden birisini ahırına sokup da kesmemiş de koca öküzü kesmiş?” sorularının yanıtını bilemediği gibi.
Bilinen tek şey, adamın ağzından çıkan son laf olan, “Çok açtım, gönlüm ciğer çekiyordu” sözüydü.
Adam bir daha ne kafasını kaldırdı yerden ne de bir tek laf çıktı ağzından.
* * *
İlk cezayı da, candarma verdi adama.
Yerde yatan Kara Öküz’ün derisini yüzmesini emrettiler. Yüzdü adam.
“Deriyi sırtına yükle” dediler. Yüklendi adam.
“Yürü” dediler.
Sırtında kilolarca ağırlığındaki deri ile yürüdü adam.
* * *
Yüzlerce belki binlerce yıldır süren bir uygulama gereği suçluyu ahaliye göstermek, onun “lanet”lenmesini ve ondan “ibret” alınmasını sağlamak için beldenin tüm sokaklarında, çarşısında gezindirdiler adamı candarmalar.
Herkes kerkese “Kimmiş bu? Suçu neymiş?” diye sora dursun, candarmalar önlerine kattıkları bu adamı 35 kilometre ötedeki ilçeye doğru yürütmeye başladılar bile.
“Of” da dese, “Uf” da dese dinlendirmeden, belki bir yudum su bile içirmeden yürütüyorlar adamı candarmalar.
İlçeye varmakla da bitmiyor, yürüyüş.
İlçenin her caddesinde, her sokağında da yürütüyorlar adamı.
İlçenin sokaklarında, caddelerindeki herkes soruyor “Suçu neymiş?” diye.
Baş Gardiyan Yadigar Efendi de sorunca aynı soruyu, “Ciğer”ciymiş diyor, candarma komutanı…
Sadece “Ciğerci”
* * *
O günden sonra haber alınamıyor adamdan.
Saatlerce, kilometrelerce sırtında “deri” taşıma cezasının üstüne, mahkeme nasıl bir ceza verdi? Ne kadar zaman hapiste yattı? Hapisten çıktıktan sonra ne oldu? Öldü mü, sağ mı? Bilen yok!
* * *
Kara Öküz’ün yerini tutmasa da, Ala Öküz’ün yanına yeni bir öküz daha alıyor, Derviş Ali.
Yine herkesten önce koyuyor güzünü.
Yine komşularından önce kapatıyor samanlığının temeğini.
* * *
Günlük işlerinin, uğraşlarının arasında zamanla unutuyor ahali bu olayı.
Derviş Ali, başında Türkmen başlığı, sırtında yakasız göyneği, bacağında şalvar pantolonu, belinde kuşağı, ayağında yemenisiyle çarşıdaki şekerçi dükkanında mis kokulu akide şekerlerini üretirken, unutuyor, Kara Öküz’ün başına gelenleri.
* * *
Unutamayanlar sadece çocuklar oluyorlar.
Burunlarına gelen leş kokusunu da, sırtındaki yükle sokak sokak gezdirilen adamın bir türlü yerden kalkmayan yüzünü de unutamıyorlar.
Herkes biliyor ki, bu günlerde burunlarımıza gelen “leş” kokularını da, bu günlerin “yüzsüz” lerinin, yüzlerini de, bu günün çocukları asla unutmayacaklar.