İbrahim ZENCİRCİ
Geçmişin “Mehpare”leri bile daha delikanlıydı...
Kadın ortadan biraz uzun boyluydu. Beli inceydi. Hatta hayalimde kaldığı kadarı ile kopacak kadar incecikti. Bazen siyah bazen kapkara ışıklar saçan gözleri vardı. Yakına baktığında bile sanki uzaklara, çok uzaklara bakar gibiydi. Bir iki kere tesadüfen karşılaşmıştım. O karşılaşmalarda gözlerine bakamadığımı, belki de göz göze gelmekten korktuğumu anımsarım. Çocuktum ama korkum çocukça bir korku değildi. Nedeni belirsiz ifadesi mümkün olmayan bir korkuydu işte.
Ellerinin küçük, parmaklarının ise ince ve uzun olduğu aklıma takılmıştı, nedense? O ince parmaklarında görünen yaşlılara özgü benler ve buruşukluklar sanki yaşını ele verir gibiydi. Çoğu erkeğin görmeyi arzuladığı lacivert parıltılı saçlarını özellikle sokakta siyah çarşaf giyerek gizlerdi. Giyinişi, oturuşu, söyleyişi, kısaca edası ve tavrı müstesna bir kadın olduğunu gösteriyordu. Adı gibi müstesna, “Ay Parçası” anlamına gelen bir ismi vardı: Mehpare!
Kadın, her yıl üç aylar başladığında, o güne kadar yaşadığı mekanı terk eder, inzivaya çekilir, şehrin küçük otellerinden birisine yerleşirdi. İbadet, dua ve türbe ziyaretleri ile geçirirdi bu günlerini. Türbelerin, yatırların boya badanasını yaptırır, temizliğine, çuha örtü, halı, kilim gibi eksikliklerinin giderilmesine maddi katkılarda bulunurken ruhunun da bu şekilde arındığına inanıyor olsa gerekti.
Şehre çıktığında tanınmamak için gözleri kadar siyah bir çarşafla örterdi tüm bedenini. Belki de bu gizem nedeniyle adı efsaneleşmişti. Gideceği yere ulaşmak için karanlık ve gölgeli sokakları tercih ederdi. Hayalet gibi geçerdi şehrin eğri, karanlık dar sokaklarından.
Yine o günlerin birinde, Yıldız Otelinin kapısından süzülerek girerken, karşıda çınar altındaki dükkanında, Berber Zeki’nin tıraş ettiği müşterisine; “Yine geldi o…..” dediğini duydu. Her zamanki gibi sessizce girdi otele, odasına çıkmadan elindekileri müdüriyete bırakarak, bu sefer hışımla çıktı Yıldız Otelinden, çınarın altındaki berberde bulunanların şaşkınlığı geçmeden, aniden içeri daldı. Tezgahın üzerindeki uzun sivri uçlu makası kaptığı gibi, Berber Zeki’nin kaba etine iki üç hamle yaptı. Berber Zeki ne olduğunu anlayamamış, kabasında ince bir sızı ve ılıklık hissetmişti. Son makas darbesini kendi baldırına saplayan kadın, girdiği gibi çıktı berber dükkanından, çarşafını savurarak yirmi metre ilerideki karakoldan içeriye daldı.
Kadın şikayetçiydi Berber Zeki’den. Bir taraftan “makasla bana saldırdı” derken, diğer yandan da mermerimsi uzun bacağındaki kanayan ve de çok önemli olmayan yara izini gösteriyordu polislere. Karakoldaki polisler anlamışlardı işin aslını ama hiç renk vermediler. Berber Zeki’yi çağırdılar.
-Hanım senden şikayetçi ne diyorsun? Senin bir diyeceğin var mı? diye sordu polis Kürt Talat!
Berber Zeki odada bulunanların hiç birinin yüzüne bakmadan, başı önde öylece duruyordu. Adeta süt dökmüş kedi gibiydi.
Görmüş, geçirmiş polis Kürt Talat yarı azarlarcasına Berber Zeki’ye dönerek:
-Bir daha sizi burada görmeyeyim, dedi.
Kadın önde, berber Zeki arkada karakoldan çıktılar. Berber sol taraftaki dükkanına yöneldi, içeri girdi, başı önde usulca kapıyı örttü. Kadının siyah ışıklar saçan gözleri ise etrafı tarıyordu, hırsını alamamıştı, adeta bir kısrak gibi burnundan soluyordu. Çekik kara gözleri ve lacivert saçlarının bulunduğu kafasının içinden o anda geçenler onu da korkutuyordu.
Otel odasından içeriye daldı, tek kişilik demir karyola üzerine zor attı kendisini. Ağlamamak için, beyaz dişleri ile etli kırmızı dudaklarını kanatırcasına ısırıyordu.
İşte o an yemin etti;
Evlerinin gölgeleri eğri, dar sokakları eğri ve insanlarının dilleri eğrimi eğri, bu şehrin erkeklerinden intikamını alacaktı…
(devam edecek)