İbrahim ZENCİRCİ
"Şemsigül Yaran'da" (!)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken, birileri Çankırılının beşiğini tıngır mıngır sallar iken, aşağıdan:
- Tutun ha, vurun ha (!) diye bir gürültü kopmaz mı?
- Eyvah, dedim. Şimdi bunlar susmazlar, uyuyan devi uyandırırlar.
İki kalktım, bir hopladım. İzmir - Çankırı arası 700 km'yi bir çırpıda atladım.
Baktım; bir kuru kalabalık.
- Nereye gidiyorsunuz böyle, dedim.
-Şemsigül yarana misafir ağa olarak katılacakmış, oysa ki “Yâran ocağına olur olmaz her kişi davet edilmez. Oturup kalkmasını, konuşmasını bilen, yol yordam görmüş, daha önceden yâranda bulunmuş insanlar davet edilirler.”
Bakalım yol yordam, edep, erkan biliyor mu? Onun seyrine gidiyoruz, dediler.
Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek ve de 700 km öteden, uzaktan gazel okuyarak, misafir ağaların arasına karıştım ben de!
Pireye vurdum palanı yedi yerinden çektim kolanı.
Tozu dumana gattım vardım gittim, Yeniceköylü Kadir Ağa’nın İmaretteki Hanına, oradan bir at aldım dorudur diye, o at anlıma debdi geri dur diye...
Böyük Caminin minaresini belime soktum borudur diye…
Taş Mescid'e attılar beni delidür diye…
O yalan bu yalan fili yuttu bir yılan; Bu da mı yalan?
Çocukluğumuzda bize böle masallar anlatan rahmetli babaannem, dedi ki; bu onun eski huyudur…
Bereket inandılar şimdilik beni saldılar. Neyse uzatmayalım masala başlayalım.
ŞEMSİGÜL MİSAFİR AĞA
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, var varanın, sür sürenin... Baykuşu çoktur viranenin... Destursuz yaran ocağına girenin…
Vakti zamanın birinde, Merkez Bankası Umumi Reisi ve de avaneleri Çankırı’ya teşrif etmişler. Çankırılılar ne yer ne içer, nasıl güler, eğlenirler, halleri nicedir, diye merak edip dururlarmış. “Paranın Patronu"nun illerine geldiğini duyan baş ağalar, reis beyi, misafir ağa olarak davet etmişler ocağa, o güne kadar Çankırı Yaranını umursamayan, meğersimeyen Şemsigül şirin görünmek için takılmış “Paranın Patronu"nun peşine.
Çağrılmadan, davet edilmeden ocağa gelen misafir ağa önce, “Edebi” bilmeliymiş. “Elif, de, be Edeb demekmiş”, “Edeb, kendini bilmekmiş.” “Edeb, haddini bilmekmiş”
Yaran Ocağına misafir olmanın usul ve erkanı varmış. Misafir, yârana girdiği zaman, hiçbir sıfatı kalmazmış. Orada herkes misafir ağaymış. Ne yaş, ne ilim, ne rütbe, orada misafir ağalığın üstünde değilmiş.
Bunu bilmeyen Şemsigül, pat diye dalmış girmiş yaran ocağına, doğrudan Baş Ağanın oturduğu köşeye yönelmiş.
Yaran reisi;
-Hele dur misafir ağa ocağa yırtık çadırdan girer gibi girilmez, diyecek olmuş.
Şemsigül gürlemiş,
-Ben ki;
Gelmiş geçmiş pipolu, papyonlu ve dahi eyyamcı İlbay Paşaların nicesine taç giydirmiş,
İlbay Paşalar paşası,
Hökümetin buradaki gölgesi,
Çerkeş’in ve Ilgaz’ın ve Kurşunlu’nun ve Yapraklı’nın ve Kızılırmak’ın ve Bayramören’in ve Korgun’un ve bütün Kengri Sancağının ve nice memleketlerde İlbay Paşalık yapmış, paşalar paşası İlbay Paşayım.
-Sen ki;
Bu ocağın reisi ve dahi elekçi bile olamamış bir çingansın.
Beni kapu aralığında nasıl bekletirsin, bire melun. Ben istediğim yere otururum, demiş ve de;
Geçmiş baş köşeye, uzatmış ayaklarını oturmuş, yanına dört tane usta yaran ağa çökmüş, usul, erkan öğreteceklerine, her gelen İlbay paşaya dalkavukluk yapa yapa onlar da alışmışlar eyyamcılığa, seslerini çıkarmamışlar. “Çakma Başağa”, yaran kültürünü bilseymiş, yollatırmış hemen “kalk git kahvesini”
Dışarılıklı yaran ağalar, ortamı yumuşatmak için, fısıltı ile söylemişler:
“O oturduğunuz yer, Şahan yeridir, siz Şah Hansınız”, demişler.
“Yok ben İlbay hanım, sizin gibi ümmilere gönderilmiş her şeyi bilen, hanlar hanıyım.”
Baş ağalar, yaran ağalar lahavle çekmişler. Yaran kültüründen gelen kuru nezaketleri nedeniyle seslerini çıkaramamışlar.
Yaran kültürünü bilmeyen Şemsigül’e birileri söylemesi gerekirmiş. Bu da üstüne vazife olmayan işlere karışan birilerine düşmüş.
Efendi ağa;
Bu kültür; Urfa’nın “Sıra Gecesi”, Ankara’nın “Seğmeni” Trabzon’un “Kolbastısı" değildir.
Kökü Oğuz boylarına dayanır.
Selçuklu, Osmanlı kültüründen süzülerek gelmiştir.
Ahilikle müesseseleşmiştir;
Temel ilkesi olarak “açık” ve “kapalı” diye ikiye ayrılır.
Açık olması gerekenler "ALIN, KALB ve SOFRA" kapalı olması gerekenler "EL, DİL ve BEL" dir.
İşte yaran bu ruhla yetiştirilir. O nedenle ocak kapısından “Edeb Ya Hu” diye girilir.
“Edeb ya hu”