Hatice AĞIR
Biraz dertleşsek mi!
Bu yazımda biraz dertleşmek istemiştim…
Geçen yılların eskitemediği, memleketimin sivil toplum kuruluşlarında ve çevresinde “daha iyisini vermezlerse en iyisi benim koltuğum!” deyip değişmeyenleri…
Değişenleri…
Memleketimin insancıkları tarafından kurulan Ali Baba çiftliklerinde gökten zembille inen horozları, tavukları, atları, tilkileri ve hatta inanmazsınız şahları, matları…
Egolarına göre büyüklüğü(*) tasarlanmış odalarının, akustik ve yankı durumlarına baktığımızda boş teneke misali ses getirenleri…
Yazacaktım… Çünkü içlerinden 70 yaşlarında bir “beyefendi”, “çok konuşmamamı” salık vermişti… Çiftliğinin reklamını istemiyor olsa gerek…
“Neyse, beni tanımadığı için huyumu nereden bilsin!” dedim kendime…
Çankırılı olmasına rağmen unutmuş tabi memleketinin keçisini… 'Nerelisin?' deyince hanım köye geçtiğinden olsa gerek çökmüş ruhuna Kayserililik!
“Çok konuşma” deyince “Çok çok yazacağımı” bilse basmazdı damarıma! Bunlar da hep yaştan ileri gelen nöronların eksik koşuşturmacasından!
Yazacaktım yazmasına da, dün Saygı Öztürk’ün köşe yazısı ile ilgili çıkan haberlere ve gündeme getirdiği konuya takıldım…
'Memleketimin Ali Babalarının Çiftlikleri de, memleketimin kırka tur bindiren haramileri de kaçmıyor ya' dedim…
Sonra sarıldım kaleme...
Satırlarda düşünmeyeli sizlere anlatacaklarımı 8 yıl olmuş... 8 Asker ve sonrasında 4 ismi basında bilinmeyen asker daha... 8 Asker, 4 yıldır evini, ailesini ve sevdiklerini göremiyor... Ama bu mektup düşene kadar medyanın gündemine tutsak kaldıkları 4 yılda, “Game Of Thrones’un son sezonu yeniden çekilsin mi?” haberi kadar konuşulmadılar… Hatırlamadık, unutturulduk, unuttuk…
Oysa canlı tutulmak istenilen ne varsa zihinlerimizde, hepsi yerli yerinde…
Onca yıldır esir ettiği askerlerimize, polislerimize merhametinden mektup yazma imkânı tanımıyor... Öyle bir merhamet olsa alıp götürmez, binlercesini de öldürmezdi…
HDP önünde anneler, kandırılarak ya da isteyerek dağa çıkan çocukları için beklemeye başlayınca ve malum medya tarafından gündemde tutulmak üzere yayın yapısı oluşturulunca terör örgütü de devlete aklınca meydan okudu. Karşı bir operasyon başlattı. Bu operasyonu da “askerini kurtar” diyerek, ana muhalefet başta olmak üzere tüm muhalefet partilerini kıskaca alarak ilerliyor...
Askerin mektubundan:
“Buradan ana muhalefet partisi CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na bizim için elinden gelen ne varsa yapması hususunda çağrıda bulunuyorum. Hiçbir şey yapmıyorsa da, bizim akıbetimizi Devletten cevap alıncaya kadar sormasını istiyorum. Yine HDP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve İnsan Hakları Derneği yöneticilerine ve başkanına bizim için bir şeyler yapmaları konusunda taleplerimi iletiyorum. Biz buradayız ve bizim için devletin veya sizlerin bir şeyler yapmasını bekliyoruz ve istiyoruz.”
Tercüme edersek, terör örgütü diyor ki; “Ey hükümetin muhalefeti, askerini kurtarmak için hükümet üstünde baskı kur… Kurmazsan 'askerinin peşine düşmediğin için vatan haini olursun!' Baskı kurarsan da 'Terör örgütünün hedeflerine hizmet ettiğin için…'”
Hükümete gelince ona da kamuoyu ve üzerinde milletin baskısının oluşacak olması ile tehdit ediyor.
Tutsak ettiği asker ve polislerimizi hatırlatarak ve onlara kaleme aldırdığı mektuptaki ifadeyle “Örgüt 'Devlet istemezse bırakmayız, yoğun bir kamuoyu oluşmazsa bırakmayız' diyor.” Terör örgütünün hedef ve beklentisini ortaya koyuyor...
Hükümetlerin programları vardır ama devletin çok daha fazlası...
Devletin hafızası vardır, alacak – verecek defterleri vardır... Devlet kimsede bir şeyini bırakmaz, elbette askerini de bırakmaz. Bir terör örgütünün elebaşı devletin elindeyken, bunca yıldır bu kadar cüretkâr olması sadece hadsizliğinden değil örgüt içerisinde gizli lider yapılarının olmasından ve farklı bağlantılarının bu yapı üzerinden güçlendirilmesinden kaynaklanabilir.
Konuyu siyasi bir biçimde ele almayacağım. Yukarıda paylaştıklarım ise askere yazdırılan mektuptan okunan tablonun betimlemesiydi. Bir anne olarak bakacağım sadece duruma, yavrusunun tırnağına değecek taş, annenin yüreğinde cam kesiği demek olunca... Bir annenin yavrusundan onca yıl ayrı kalması, her gün terör örgütünün elindeki yavrusunun nasıl öldürüleceğini ve 'o günün bugün mü olduğunu' düşünmesi kadar büyük bir işkence görmedi daha dünya...
Bizim vurdum duymazlığımıza geri dönersek…
Bu milletin kutsalları, değerleri, inandıkları ve geleceği siyasi partiler üstü bir mesele hangi partinin çizgisine yakın olduğunun bir önemi yok, çünkü bizi biz yapmaktan çıkarmak için çabalayan, toplum bilincimizi kırmaya çalışan, bin yıllık hesaplarından caymayanlar için bundan yüzyıl önceki partilerin ve kişilerinde bir önemi yoktu... Varlığımızı koruyabilirsek, aklımızı koyduğumuz kutuları kaybetmeden, aklımız yerine beyinlerimize yerleştirdiğimiz TV ekranlarını söküp atabilirsek bundan yüzyıl sonra da partiler olmayacak meselesi...
Meselesi bize istediğini satmak ama bizim olanı bedelsiz söküp almak... Bizim olan dedim diye sadece taşımızı toprağımızı algılamayın, onları almadan önce benliğimizi almak derdi... Yabancı marka çanta kullanıp (adet başına alt limit 10 bin TL, 8 bin TL olanı ucuz gösterebilir!), görmek için değil markasını görsünler diye gözlük takan, ayakkabısının üstüne sırf markası belli olsun diye markanın sembolünün nal şeklinde takılmışını alıp aynalı körüğün atı gibi gezen ve daha fazlasını sırf “karakterli” ve “zengin” göstermek sanan “çoklu kişilik yetmezliği” sendromu mağduru varken bunu başarmaları çok büyük bir sorun değil...
Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisinin üstüne beş kat daha çıkmaksa amaç gökdelen dikmekteki müteahhitlik becerilerimiz ile mevcut zihin yapımızın buna ne kadar izin vereceğini bir kez daha tartmak gerekir!
Toplumumuzun büyük bir bölümünün sadece dini inancı değil kültürü olarak kabul ettiği İslamiyet’te zaten “sınırsız sahip olma isteğimizi, bitmek tükenmek bilmeyen hırslarımızı nefsimize hâkim olarak yönetmemizi, dur diyebilmemizi” söylemiyor mu?
Tüketim odaklı bir toplum olarak kaldığımız sürece birbirimizi de tüketmeye mahkûm kalacağız. Bize istedikleri markaları ezberletip, istedikleri alışkanlıkları kazandıranların sirkinde ateş çemberinden atlayan bir aslan olmak yerine, tüm ezberleri bozan “insan” olmayı seçtiğimiz gün kimseyi unutmayacağız, bizim için nöbet tutmuş kimsenin yüreğine böyle bir acı düşürmeyeceğiz.
(*) Ego; Modern toplum yapısı içerisinde makam odaları üzerinden ölçeklenebilmektedir. Konu tamamen bilimsel olmakla birlikte örneklendirmem gerekirse, bir yöneticinin çalışanları ile nasıl bir iletişimi olduğunu ilk kez odasına girdiğinizde misafir koltuklarına bakıp öğrenebilirsiniz.