"Yani Türküm ama ne çalışkanım ne bir şeyim"
Bugün toprağa verilen gazeteci Mehmet Ali Birand'ın Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na verdiği bilgilerin tam metni...
Bugün on binlerin uğurladığı gazeteci Mehmet Ali Birand 4 Ekim 2012 tarihinde Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'nun daveti üzerine TBMM'ye gelmiş ve komisyon üyelerine "darbe"lerle ilgili edindiği bilgileri aktarmayı uygun görmüştü. O gün, Mehmet Ali Birand'ın komisyon üyelerine verdiği bilgilerden oluşan "görüşme metni"ne Sözcü18 Haber Merkezi ulaştı.
Bakın o gün Mehmet Ali Biran ile Komisyon üyeleri arasında hangi diyaloglar oluşmuş ve usta gazeteci "asker", "iktidar" ve "medya" üzerine neler söylemiş:
BİRİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 10.10
BAŞKAN : Nimet BAŞ (İstanbul)
BAŞKAN – Değerli milletvekilleri, Değerli Konuğumuz Mehmet Ali Birand, Komisyonumuza hoş geldiniz.
Öncelikle Komisyonumuz hakkında çok kısa bir bilgi verdikten sonra sizi davet sebebimiz üzerine açıklama yapacağım, sonra sözü size bırakacağım.
Bildiğiniz gibi Komisyonumuz Parlamentoda grubu bulunan dört siyasi partinin vermiş olduğu önergelerin birleştirilmesi suretiyle oluşturulmuş bir komisyon. Amacı, darbeler ve muhtıralarla birlikte Türkiye’de demokrasiyi kesintiye uğratan süreçlerin incelenmesi, araştırılması, olayın ekonomik, sosyal, siyasal ve psikolojik nedenleriyle ortaya konulması ve bu doğrultuda hazırlanan raporun Meclis Genel Kuruluna sunulduktan sonra bu yönde atılması gereken adımların, önerilerin ortaya çıkarılması amacıyla kurulmuş bir komisyon.
Komisyon çalışmalarını sürdürürken elbette başlıklarımızın ağırlığı münasebetiyle üç ayrı alt komisyon oluşturduk. Bunlardan bir tanesi 1960 darbesi ve 71 Muhtırası’nı içerecek şekilde. İkincisi, 12 Eylül 1980 darbesini içerecek şeklide. Son komisyonumuz da 28 Şubat postmodern darbesi ve 27 Nisan dönemini kapsayacak şekilde bir çalışma.
Sizi bugün buraya davet eden komisyonumuz alt komisyon olarak 28 Şubat alt komisyonu ama 12 Eylül alt komisyonu aynı anda şu anda paralel dinlemeler yukarıda yaptığı için bazı yazılı soruları onların da olacak ve bana ilettiler. Onun dışında, diğer komisyonlardan da sorular gelebilir.
Sizden, davet ettiğimiz konuklarımızdan öncelikle bu konular üzerinde yani 60’dan da başlayarak bu konular üzerinde genel bir değerlendirme yapmanızı, yapmak isterseniz bir sunum yapmanızı… O sunum ve değerlendirmeleriniz sonrasında ben milletvekillerimize söz vermek suretiyle somut ve spesifik sorulara geçeceğiz.
Konuşmanıza başlamadan önce kendinizi tanıtmanızı, zabıtlara bu şekilde geçmesi açısından isteyeceğim ama ben önce Komisyon üyelerimizi size tanıtacağım: Solumda Yaşar Karayel Bey 28 Şubat Alt Komisyon Başkanı, AK Parti Kayseri Milletvekili; Komisyon Sözcümüz İdris Şahin Bey, Çankırı AK Parti Milletvekili; Enver Yılmaz Bey, AK Parti İstanbul Milletvekili; Feyzullah Kıyıklık Bey, AK Parti İstanbul Milletvekili; Cengiz Yavilioğlu Bey, AK Parti Erzurum Milletvekili; Enver Bey aynı zamanda 1960 Darbesi Alt Komisyon Başkanı.
Şu anda muhalefet partilerinden hiçbirisi yok ama çoğunlukla burada olurlardı, biraz sonra gelirler. Meclis Genel Kurulunda şu anda görüşülen tezkere münasebetiyle olsa gerek diyorum.
Yapacağınız tüm değerlendirmelerin, aynı zamanda ülkemizin gelecekte gelişmiş bir demokrasi olması yolunda atılacak adımlara bir ışık tutacağını ümit ediyoruz ve bütün o süreçlerde, darbe dönemlerinde almış olduğunuz, basın adına almış olduğunuz demokratik tutum için kutluyorum. Böyle bir konuşma yaparak başlamıyorum genellikle konuklarımıza. Taraflı bir değerlendirme gibi oldu ama bu alanda çok çalışmalarınız var. Hazırlamış olduğunuz tüm yayınları izledik, Komisyon arşivimize de aldık, hem yazdıklarınızı hem yayınlarınızı.
Bir kez daha bize kısa ve öz olarak bir sunum yapmak üzere, değerlendirme yapmak üzere sözü size bırakıyorum.
Buyurun lütfen.
MEHMET ALİ BİRAND – Sağ olun Sayın Başkan.
Benim adım Mehmet Ali Birand.
Darbeleri başından itibaren inceledim, belgesellerini yaptım, kitaplarını yazdım. Dolayısıyla, müsaade ederseniz size genel ana hatlarını -ortaya çıkan- benim görebildiklerimi sizlere yansıtmak istiyorum. Ondan sonra sorularınız olduğu takdirde de memnuniyetle elimden geldiğince onlara da cevap veririm.
Şimdi, ilk başta 27 Mayıs’tan başladığımız zaman 27 Mayıs bir ayaklanmadır. 27 Mayıs resmen elinden gücü gitme tehdidiyle karşı karşıya kalan, o zamana kadar cumhuriyeti kurmuş “Cumhuriyet benim malımdır.” anlayışıyla -bunu kötü anlamda söylemiyorum- “Cumhuriyeti kollamam gerekir.” diyen bir kesimin, Demokrat Parti'nin, evet, birtakım hatalarından da yararlanarak askeri kışkırtmasıdır. Asker de zaten kışkırmaya hazır bir dönemdeydi ama çok başıbozuk bir şey oldu, çok acı bir deneyim oldu. Türkiye’nin alnına olmayacak bir leke sürüldü, o idamlarla. Yani o korkunç bir olaydır, hiç Türklüğe yakışmayan, Türke yakışmayan, ülkemize yakışmayan bir tutumdur. Orada para ve etki kaybı… Cumhuriyet Halk Partisi ne kadar itiraz ederse etsin… Ben Cumhuriyet Halk Partisine oy vererek yetişmiş bir kuşağın insanıyım. Evimize Cumhuriyet gazetesi girerdi. İsmet Paşa şefti, reisti, ona dokunulmazdı, onu kalben de çok severdik ve öyleydi o zaman. Ama sonra baktık ki işler pek o kadar da öyle görünmüyor. Tabii, her olay da kendi döneminde bir başka görünüyor.
12 Mart’a gelirsek 12 Mart pek fazla konuşulacak bir şey değildir. O nedir, muhtıra mı değil mi, darbe mi değil mi pek belli olmayan, karmakarışık, askerlerin kendi içlerindeki bir hesaplaşma, sağ-sol. Sol da dediğiniz zaman da hani sol da solcu, komünist sol falan filan da değil. Daha popülist ulusalcılarla daha muhafazakârların kendi aralarında çatışmaları ve büyük oranda da soğuk savaşın etkisiyle çıkmış olan bir şeydir. Zira soğuk savaşın Türkiye’nin bu darbeler edebiyatında özel bir yeri vardır. Soğuk savaşta Amerika, Batı darbeleri çok desteklemiş, çok çanak açmış, hiç değilse şöyle söyleyeyim, hiçbir zaman kalkıp da “Yapmayın kardeşim.” falan filan dememiştir. Yani düşünürken dış koşulları aman raporunuzda gözden kaçırmayın.
Darbelerin anası 12 Eylül’dür, en ağırıdır. Modeli değiştiren darbedir 12 Eylül, modelini değiştirmiştir. Yani “Türkiye bundan böyle şöyle yönetilmelidir, şu şekilde bu sistem yürütülmelidir.” diye şeylere kadar girerek yani en ince yasaların içine kadar girerek bir mekanizma ortaya koymuştur, kolay kolay da izi hâlâ giderilmiş değil.
28 Şubat postmodern bir darbedir. Askerin o güne kadarki tüm birikimiyle çok zekice, zaten kullanılmaya hazır bütün mekanizmaları kullanmasıdır. Yani yargısı, üniversitesi, medyası, iş adamı, hepsinin çok iyi kullanıldığı bir süreçtir.
Şimdi, benim bütün bunlardan bir çıkardığım nokta oldu, hepsinde, bütün incelemelerimde onunla karşı karşıya kaldım. Şimdi biz genelde hep askeri suçluyoruz, diyoruz ki: “İşte bak, şu zamanda bunu yaptı, bu zamanda bunu yaptı, asker suçludur.” Tamam, peki, suçlayalım ama bir yerde askere de haksızlık ediyoruz, şöyle haksızlık ediyoruz: İncelerken “Emret Komutanım” kitabımda o beni şey yapmıştı çünkü gidip birebir katıldım o kitabı yazarken. 1980’lerde yazdım bunu, çok da tarih öncesinde yazmadım, hâlen de bu geçerli. Kitaplarına bakın askerin. O genç çocuğun okuduğu kitaplara bir bakın, “Kitaplarda ne yazılıyor?”a bakın. Orada da kalmayın, komutanların o genç çocuklara yaptıkları konuşmaları dinleyin. Çünkü dersler bittikten sonra komutan belirli sınıfları toplar, onlarla sohbet eder okulun komutanı. Nedir verilen hep? “Siz kahramansınız, siz şövalyesiniz, sizin üstünüze yok, vatan size emanet. Bak, şu vatanı kim kurtardı? Atatürk kurtardı. Ne dedi? Size emanet etti. Siz kurtaracaksınız. Politikacı üçkâğıtçıdır, yalan söyler. Gazeteci, satın alınır. Sivil, zaten sivilin ne olduğu belli. Halk, bırakın canım, koyun gibidir, ne tarafa çekseniz gider.”
Şimdi, biz genç yetiştirdiğimiz bütün subaya bunu veriyoruz. “Aman dikkat et, üstünde sakın ha bir leke bile olmasın. Kravatın kaymasın, aman kılıcınla çık, yürürken yolda dik yürü.”
Şimdi, tamam, bu belirli bir Amerikan sisteminin, Amerikan askerî yetiştirme sisteminin buraya uygulamasıdır, tamam, ama bu öyle yıllar içinde yüksek noktalara kadar gelmiştir ki laik sistem ve birkaç tane de umacı yaratılmıştır o sırada. Ticaniler… Ben hatırlarım, Cumhuriyet gazetesinde falan hep şey çıkardı, o dönemde: “Yine bir ticani yakalandı.“ Zavallı sakallı bir adam, nerede ne yapılmışsa şey yapılmış. Arkasından, ticanilerden sonra işte PKK geldi, bölücüler unsuru girdi ortaya. Zaten ticani dedin mi laikliği elden götürecek olan insanlar şeyinde, arkasından PKK gelirdi, hep böyle düşmanlar. Soğuk savaş dönemini düşünün. Soğuk savaş döneminde de umacılar komünistlerdi. Komüniste karşı mücadele 163, 142’nci maddeler, birebir askere de bu şeyi veriyordu. Peki, biz böyle bir asker yetiştiriyoruz, sonra o askere “Yok, bak seni ben öyle yetiştirdim ama sakın ha elini şeye sokmaya kalkma.” falan filan, o da denmiyor. O toplumun üzerinde bir ultra güç, her şeyi iyi bilen, dengeleri iyi bilen.
Şöyle bir bakın, 1970 olaylarına, 12 Eylül olaylarına. Hep ahlaksız polis durduramadı, asker geldi alkışlarla durdurdu olayı. Hep ona şey yapıldı. Askere bu verilirken bize de bu verildi. Yani bütün bu kuşaklar, biz böyle büyütüldük. Onun için ben hep diyorum, genlerimizde var. Bizim için asker başka bir şeydir, o namuslu, o dokunulmaz, o her şeyi çok iyi bilen, her olayın üstünde vatanını koruyan insandır. Bizler işte o arada şey yapıyoruz. Güç, geçit törenlerinde pırıl pırıl, toplar tüfekler. O toplar doğru mudur, değil midir kimse sorgulamaz zaten. Böyle bir havada şey yaptık.
Şunu da söyleyeyim: Bugün bu şey değişti mi? Hayır, o da değişmedi. Bugün Genelkurmayı yöneten kişiler hiçbir şekilde daha öncekilerden de farklı değil, onu da bilin, yani hâlâ bu böyle yetişiyor. Benim işte en çok üstünde durduğum nokta o ve bu kesim, Türkiye’yi, sahibi olan kesim, iş çevreleri, medyası, üniversitelileri, sendikası, sivil toplum örgütleri, o kesim böyle kafasında “Asker yaparsa doğrudur.” Niçin 30 Ağustos şûra toplantıları –şöyle bir eskiye gidip dönün- hep manşet olurdu. Komutan veda etti, böyle hep konuşması şey yapılır. Şimdi, kimse kalkıp da telefon edip medyaya “Böyle yapın.” demiyor ki, demezdi, biz yapardık onu, yapılırdı. Yani niye yapardınız? Ama asker bu. Asker bir ters döndü mü ha… O zaman ben dönüp şeylere bakıyordum hep. Hiç kusuruma bakmasın, şey döneminde, 28 Şubat sonrasında Mesut Yılmaz’a da baktım. Ben şeyi yaşadım, Gürcistan’daki bu dört yıldız sinema oyununu… Ben oradaydım. Mesut Yılmaz Başbakan, Çevik Bir’in niçin bağırıp çağırdığını, o koalisyona karşı niçin tutum aldığını anlatırken dedim ki: “Peki, biz soralım, siz cevap verin.” Sonunda Çevik Bir’in, Karadayı’nın süresini uzatmak için bunları yaptığını, onun süresi uzarsa ileride kendisinin Genelkurmay Başkanı olmak istediğini anlattı. Ertesi gün dört kuvvet komutanı –ben bunu yazdım- Genelkurmay Başkanı son derece ağır bir açıklama yaptı, yerden yere vurdu. Hiç unutmam, gece evdeyim. Ali Kırca Mesut Yılmaz’ı programa aldı, dedi ki: “Ama siz de Mehmet Ali Birand’a –o yazdı bugün- Tiflis’te böyle böyle demişsiniz.” “Yok, ben öyle bir şey söylemedim, o öyle anlamış.” dedi. Ben de ne bekliyorum? “Genelkurmay Başkanıyla kuvvet komutanları kendi işlerine baksınlar, bu benim işimdir.” demesini bekliyorum.
Şunu demek istiyorum: Yani burada sadece askeri suçlama noktasına oturtup… Hayır. Çünkü şimdi siz burada çok güzel bir şey görüyorsunuz önünüzden, bir şey geçiyor. Zamanında askerle dans edip takla atan insanlar buraya gelip bugün bu yapılanın ne kadar yanlış olduğunu, kendisinin hiç öyle şey olmadığını anlatıyor. Ben okuyorum, hayretler içinde yerlere yatıyorum, Allah, Allah, öyle miydi diyerek. İçinde yaşadım ben bunun. Tamam, yani şimdi kalkıp da “Sen, sen suçlusun, gel bakalım, öbürküler.” değil yani o zaman işin şeyi çıkıyor.
BAŞKAN – Bir öz eleştiri en azından.
FEYZULLAH K KIYIKLIK (İstanbul) – Ama yani bu da çok dünyanın olağan hâli değil miydi?
MEHMET ALİ BİRAND – Tabii canım yani. Ben de zaten onun için kişilerle uğraşıp da “Bak, bu namussuzluk etti, bu bilmem ne yaptı, o şey yaptı.” değil. O insanın içinde ukde olarak kalıyor, “Kendisi utansın.” diyorsunuz, bitiyor gidiyor.
Ama şunu demek istiyorum: Biz bu darbeler sürecini siviliyle, iş çevresiyle, medyasıyla hepimiz hazırladık, askerin önünü açtık. Askere karşı bir direnme hiçbir zaman göstermedik. Peki, askere direnme göstermedik biz, laik kesimden söz ediyorum. Peki, muhafazakâr kesim ne yaptı? Hiçbir şey yapmadı. Yani 28 Şubat döneminde, tamam, Erbakan rüyalarda yaşıyordu, bulutlarda yaşıyordu, hiç görmek istemedi. Çünkü Erbakan’ın amacı o kadar net ki. Askerle kavga etmek istemedi Erbakan hiçbir zaman, askerle uyuşmak istedi. Askerle uyuşayım, Başbakanlığım devam etsin, iktidar devam etsin. Ama asker o taraflı değildi, yani uyuşma taraflısı değildi. Daha doğrusu bizim kesim o taraflı değildi. İş çevresi Anadolu’nun tehlikesi altındaydı, kapital geliyor, pastada paylaşıma girecek olanlar geliyorlar. Öbür tarafta etkiler azalacak, tehlike var, kaynıyor. 1994 belediye seçimlerinden itibaren Türkiye’de toplumda değişiklik görülmeye başladı artık. Ben çok iyi hatırlarım. 32. Gün’de ilk defa türbanlı bir kız çıkardım diye bir dayak yemediğim kaldı sokakta. Böyle bir dönemden geçtik. Yani onu demek istiyorum, darbelerde biz birlikte darbe yaptık, alkışladık, kışkırttık. Hiç bunun saklanacak, edilecek tarafı yok. Bunu kabul edelim. Politikacısı da suçlu, sendikacısı da suçlu, hani kimse kahramanlık etmesin. Namusumuzla, evet ya, biz bunu böyleydi, hata ettik, ne yapalım diyelim. Ben onu diyorum yani o bakımdan hiç şey yapmıyorum.
Medyanın rolü… Söyleyeyim, hiçbir zaman kalkıp, çok ilginçtir… Komutanların medyayla ilişkilerinde hep şöyle oluyordu, muhabirlerle konuşmalarında, yazarlarla konuşmalarında: ”Mehmet Ali Bey, vatanın nereye gittiğini görüyorsunuz, siz buna seyirci kalmamızı mı bekliyorsunuz?” “Olur mu komutanım, gayet tabii, yani vatan nereye gidiyor.” Ben komutanlarla yaptığım konuşmada “O, yok, sizin işiniz mi bu, siz niye karışıyorsunuz?” dediğimi hatırlamıyorum, diyemezdim, yani böyle bir şey denmezdi, çok aptalca bir şey, evet ama denmezdi. Yani demokrasi kültürü o kadar zayıf. Demokrasi dediğiniz muhafazakârları aşağıda tutmak, Kürtleri bastırmak ve güzel bir şekilde pastayı paylaşıp yargısı da emeklisi de bilmem nesi de… hayatımızı böyle devam ettirmek, alıştığımız hayatı devam ettirmekti. Oyunun bozulmaya başladığının da farkına varamadık, güç vardık, geç vardık. Şimdi, Allahtan varılıyor ve doğrusunu söyleyeyim, ben, bunu yazdığım için çok rahatlıkla söyleyebiliyorum: Buna ilk başkaldıran da Kürtler oldu. Bu gidişe ilk başkaldıran muhafazakâr çevreler olmadı. İlk önce Kürtler başkaldırdı. Ha, onlar bölücüdür, namussuzdur falan diye üstünü kapattık.
Onun için, şimdi eğer bir şey yapacaksanız, bir iyiliğiniz dokunacaksa, ne olur askerin eğitimine şey yapmakta, okulda yetiştirdiğiniz… Ben rap rap rap geldim, ilkokuldan liseye kadar dağ başını duman almış, on yıl marşı, Türküm, doğruyum, çalışkanım gibi yalanlarla geldim. Yani Türküm ama ne çalışkanım ne bir şeyim. Zaten alay ederdik İstiklâl Marşı söylenirken. O da kötü bir şey. Çocuğun kafasına illa gereksiz bir şey sokuyorsunuz, o onu pek de şey yapmıyor, işte kızmasın hoca diyerekten şey yapıyor yani bütün o sistemimizi değiştirirsek, demokratik değerleri ön plana ne kadar çıkarırsak o zaman biz darbelerin önüne geçeriz ama Ahmet’i, Mehmet’i, Hüseyin’i cezalandırıp siz şey yap…
Ha, ben hep tekrar ediyorum: Bunlar sembolik davalardır, onlar ayrı. Bu davalarda hukuk çiğnenir, çiğneniyor ama semboliktir. Şeyin yanında yaş da yanıyor, kuru da yanıyor, bunlar oluyor, maalesef oluyor ama medyanın rolüyle kapatırsam eğer, mesela medyada patronların hiçbir zaman şu şeyi olmadı, “Arkadaşlar, gelin bakalım -yazı işlerindekiler- siz darbeyi, askerin bu çıkışlarını destekleyeceksiniz, şey yapacağız.” Hiç… Çünkü biz hazırdık zaten yani bize söylenmesine gerek yoktu. Ben andıçlandım, niye andıçlandığımı da anlamadım. Erol Özkasnak, Genel Sekreter olarak en başımdaki dert oydu. Çevik Bir adına hareket ediyordu. Bir keresinde hiç unutmam, İzmit’te bir şehit töreninde bir albay konuşuyor ve albay diyor ki: “Bu ahlaksızlar, PKK’lılar tamam öldürüyorlar ama asıl vatan hainleri, ahlaksızlar aramızda dolaşıyor. İşte Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar” falan sayıyor, hedef gösteriyor. Çok korktum. Genelkurmay Başkanı’na faksla dedim ki: Ya bu albay doğru söylüyor ve siz buna katılıyorsunuz veyahut da eğer katılmıyorsanız ya bir açıklama yapın, ya bu albaya bir şey yapın, bir şey yapın yani ben hedef halindeyim. Öldürülürsem sizsiniz sorumlusu.
BAŞKAN – Hangi tarihte yazdınız?
MEHMET ALİ BİRAND – İşte, 1998.
BAŞKAN – O yazıları isteyelim Genelkurmaydan.
MEHMET ALİ BİRAND – Ertesi gün Özkasnak aradı, söylediği şey çok enteresandı: “Sen kim oluyorsun da benim Genelkurmay Başkanıma faks gönderebiliyorsun?” dedi. Şimdi, bu çok önemli. Hani, söylediğin yanlıştır, değildir, işte bir albay bilmem ne değildir değil, “sen nesin yani sen bir sıçanın tekisin, Allah’a nasıl böyle bir şey yazabilirsin?” Ben hiç unutmam, telefonu kırdığımı hatırlıyorum. Çünkü ben onu kendimden farklı görmüyordum ki. Ben Genelkurmay Başkanını da görmedim. Ben hayatım boyunca başbakanlarla da konuştum, devlet başkanlarıyla da konuştum. Hiç birini benden daha üstün görmedim. Ben kendi işimi yapıyorum, onlar kendi işlerini yapıyorlar. Benim karşıma geliyorlar, çıkarları var işte, mesaj verecekler, ben de bundan para kazanan bir insanım yani hep böyle yaşadım fakat ondan sonra baktım resmen, sürek avı hâline girmeye başladı. Erol Aksoy’a, çağırın Erol Aksoy’u anlatsın size. Erol Özkasnak “Bu herifin programı hâlâ senin Show TV kanalında yayınlanıyor, 1’inci Başkan bunun kalkmasını istedi, niye hala kaldırmıyorsun?” diye tehdit ettiler. Erol, “Vallahi Mehmet Ali kusura bakma, benim de bankam var yani bunlar bir şey yapsalar banka gidecek. Sen Mesut’a söyle de bir programa gelsin, o Başbakan olarak programa katılırsa belki hani onlar da “Dur! Başbakan katıldı diye hani bir-iki hafta daha şey yaparlar” dedi. Mesut’a söyledim, Mesut “Yo yo yo, beni o işlere sokma” dedi. Dımdızlak kaldık ortada.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Mesut dediğiniz Mesut Yılmaz herhâlde?
MEHMET ALİ BİRAND – Mesut Yılmaz Bey evet. Özür dilerim yani şey yapmak, saygısızlık…
BAŞKAN – Yok, biz zabıtlara doğru geçsin diye düzeltiyoruz.
MEHMET ALİ BİRAND – Yani onu şey yapın, Mesut derken ben arkadaşım diye şey yaptım, özür dilerim.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Anlıyorum.
BAŞKAN – Şimdi, yine devam edin ama “bugüne kadar askerden bize bu yönde hiç baskı gelmedi, öyle haber yapın, böyle haber yapın denmedi” dedikten sonra şu anlattıklarınız yani “ona program yaptırmayın” kısmı sanki bir çelişki varmış gibi bunu düzelterek belki… Büyük bir tenakuz olarak algıladım ben bu iki konuyu.
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır, ama orada bir-iki nüans var. Komutan sizinle konuştuğu zaman nasıl hareket etmeniz gerektiğini zaten söylüyor. Siz komutanla aynı paralelde konuşmuyorsanız komutan sizinle konuşmuyor zaten. Komutanlar kendi paralellerinde olan insanlarla konuşuyor. Öyle köşe yazarları vardı ki askerin politikalarını bile saptarlardı. Yani ben hatırlarım, Kara Kuvvetleri Komutanlığının bir ambleminden Atatürk’ün şeyini çıkar… Değil mi? Büyükanıt dönemindeydi galiba. Bir kampanya açıldı, Emin Çölaşan bir kampanya açtı, hop geri koydular yani o kadar güçlü şeyi vardı. Gelmiyordu dediğim şu: Açıp da “şöyle yazılacak, böyle yazılacak” değil…
BAŞKAN – “Bu yazarı tamamen ortadan kaldır, bu yayını bitir” diyordu. Daha pratik.
MEHMET ALİ BİRAND – Gayet tabii.
BAŞKAN – Her gün her yazıyı kontrol etmek mümkün değil ama yazarı orada barındırmamak, o yazıyı, öyle, o şekilde…
MEHMET ALİ BİRAND – Gayet tabii. Yani orada şeyi yok, çok net ben emin olun Nazlı Ilıcak andıçı yayınladığı zaman ben inanmadım. Dedim ki biri Nazlı ile alay ediyor, bir şey hazırladılar, abuk sabuk bir andıç hazırladılar ve yolladılar kıza, bu da yayınladı. Emin olun inanmadım. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetlerinin böylesine dangalakça bir şey yapabilecek bir kurum olamayacağına inanmıştım. Ben Türk Silahlı Kuvvetlerini kurum zannediyordum, Silahlı Kuvvetleri kurum değil. Başında kim varsa ona göre hareket eden bir grup. Başındaki insan daha liberal daha demokratik olduğu zaman daha liberal, daha demokrat hareket ediyor, o kişi sizi seviyorsa siz başka türlü şey yapıyorsunuz, sevmiyorsa başka türlü ele alınıyorsunuz.
YAŞAR KARAYEL (Kayseri) – Nasıl olması lazım peki?
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Eğitim şart!
MEHMET ALİ BİRAND – Aslında kurum olması gerekiyor. Yani onun içinde kendi ilkeleri olması gerekiyor. Yok, böyle andıç yazılır mı? Biliyor musunuz, özür bile dilemediler o andıçtan sonra. Ben on kere yazı yazdım. Yahu bari özür dileyin. Deyin ki, “Kusura bakmayın bizim komutanlardan biri hata etmiş.” Özür bile dilemediler, çünkü normal karşılıyorlar. Biz yaparız ya, biz askeriz, biz büyüğüz ve kimse de kalkıp sonra ben Nazlı’nın doğru olduğunu, Genelkurmayın suskunluğu ve sonunda da kerhen “evet böyle bir şey varmış” demesinden şey yaptım. Eğer Sakık kalkıp tepinmeseydi hapishanede, mahkemede, “Yahu ben böyle bir şey söylemedim, nereden çıkıyor?” falan filan demeseydi biz çok rahatlıkla PKK’ya para akıtan, işte Öcalan’dan direktifler alan… Zaten bir söyleşi yaptım, hayatım çöktü. Yani bir Öcalan söyleşisi yaptım, neredeyse Kürt sorununu ben çıkarmış hâle geldim askerin gözünde.
YAŞAR KARAYEL (Kayseri) – Onun için mi andıçlandınız?
MEHMET ALİ BİRAND – Ben iki sebeple andıçlandım: Bir, kürt sorunundaki tutumum; iki, Fethullah okulları. Bu iki konuda ve programlarımda, 32.Gün programlarımda diğerleri gibi asker yanlısı tutumda değildim. Üniversiteye türbanla girilmesinin son derece normal olacağını şey yapardım, dolayısıyla bu bir birikimdi, bir bütündü. Ha, şimdi niye ben? Ben dünyanın en büyük yazarı, Türkiye’yi arkasından sürükleyen bir insan değildim belki ama yirmi yıl Brüksel’de çalışmış olmam, benim NATO’da, Avrupa Birliğinde beni çok izleyen vardı. Çünkü hiçbir zaman hayatımda bir partinin veya bir derneğin veya bir ideolojinin peşinde koşmadım. Kendi bildiğimi yaptım. Hatalı da oldum, hatalar da yaptım, ne olacak, yapılır, insan oluyor ama hiçbir zaman demokrasiden şaşmadım. A, doğrusunu söyleyeyim, eğer ben yirmi yılımı öyle bir yerde geçirmemiş olsaydım, Avrupa’da geçirmemiş olsaydım ben de belki bugün askere kol kanat gerenlerin arasında olabilirdim ama olmadım, olamadım çünkü bambaşka bir şekilde yetiştirildim. Ondan sonraki dönemim, ondan sonra yoo demokrasi…
BAŞKAN – Yirmi yılını ceza evinde geçirenler de yurt dışında değildi, onlar da kol kanat germiyorlar. Türkiye’de kalıp bedel ödeyenler de kol kanat germiyorlar.
.
MEHMET ALİ BİRAND – Gayet tabii, ben kendi şeyimden bakıyorum. Onun için söyleyeceklerim bunlar.
BAŞKAN – Evet, teşekkür ediyoruz
MEHMET ALİ BİRAND – O bakımdan, aman ne olur eğitimini, şeyini yapın. Yani cadı avı değil ki. Aydın Doğan o andıç şeyinde Allah’ı var… Ben kovuldum. Ben geldim, Zafer Mutlu dedi ki, genel yayın yönetmenim, işte kem küm ediyor ediyor, ediyor, söylüyor, söylüyor… Dedim ki: Ya Zafer, galiba sen benim artık burada yazmamı istemiyorsun. Yani söylediklerinden o çıkıyor. İşte “Askeri tutamıyoruz, askerin çok baskısı var, evet” dedi. Peki, deyip çıktım yani bu kovulmak değil de ne? Ama, bir ay sonra Allah’ı var, Aydın Bey aradı: “Ertuğrul’la beraberiz, sen topla şeyini, öyle kovulmak movulmak ben anlamam, sen gel benimle beraber işe başla” dedi. Onun için, kısa bir dönem yaşadım ama Allah devletle insanı… Hiç birinizin başına getirmesin. O müthiş bir mekanizma, devlet mekanizması. Çok gaddar, çok ama şöyle böyle değil. Canınıza okuyor. Düşünebiliyor musunuz, o dönemde bütün o TRT davaları, o, gözümün önünden hep geçer Yeşil’in sonradan anlattı, Mehmet Eymür ile Mehmet Ağar anlattı. Yeşil’e verilmiş benim şeyim: “Kes bunun hesabını…” diye.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Kim vermiş?
MEHMET ALİ BİRAND – Onlara göre… Şimdi ben Mehmet Eymür’le Mehmet Ağar’ın şeyini tekrar ediyorum. “Birileri vermiş” diyor. Bu JİTEM mi MİT mi, kim bilinmiyor?
ENVER YILMAZ (İstanbul) – Sizin kanaatiniz ne?
MEHMET ALİ BİRAND – Bence JİTEM, daha çok asker. Bir ara asker emeklilerinden kurulmuş bir grup vardı, onların elinden listede benim de adım çıkıyordu. Adam gelmiş, demiş ki: “Tamam, Topal’ın işi tamam” demiş. Topal deyince bunlar Lütfü Topal’ı, şey bir kumarhane kralı…
BAŞKAN – Ömer Lütfü Topal.
MEHMET ALİ BİRAND – Ha, onu zannetmişler. “Yahu ona ne oluyor” demişler.
BAŞKAN – Onu da orada yanlışlıkla mı vurmuşlar?
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır, işte…
BAŞKAN – O da vuruldu da o dönemde.
MEHMET ALİ BİRAND – “Yok yok, o değil, Mehmet Ali” demiş. Ayağım arızalı ya, bana “topal” dermiş ve gelmiş bizim evi dolaşmış satıcı olarak. “Gayrimenkul satıcısıyım, bakayım.” Oradaki güvenlik de “Tabii, gelin buyurun” demişler, almışlar adamı. O krokiler çizmiş. Kuşadası’nda bir evim var. Oraya gitmiş, oraları çizmiş. Onlara tamam dedim, peki dedim, sonra ne oldu? Sonra “Bilmiyoruz” dedi Eymür de Mehmet Ağar da, “Biri o emri kaldırdı” dedi. Sen mi kaldırdın? dedim Mehmet Ağar’a, o “Yahu karıştırma şimdi, geçmiş zamandır” dedi bitti.
BAŞKAN – Ağar’a soralım bunları.
MEHMET ALİ BİRAND – Yani böyle şeyler, oldu bitti. Her şey sizin elinizde artık.
BAŞKAN – Çok teşekkür ediyoruz.
Enver Yılmaz Bey, buyurun.
ENVER YILMAZ (İstanbul) – Evet, teşekkür ederim.
Mehmet Ali Bey, hoş geldiniz.
Ben de Sayın Başkanımızın sizinle ilgili giriş konuşmasında belirtmiş olduğu o iyi niyet temennilerine katılıyorum. Yazılarınızı, eserlerinizi okuduk. Dört darbeye yönelik değerlendirmenizde 12 Eylül Darbesi’nin darbelerin anası olduğunu söylediniz. Ben 27 Mayısın darbelerin anası olduğu kanaatindeyim. Bu çerçevede de biz yaşayan Millî Birlik Komitesi üyelerinden beş tanesini dinleme imkânına sahip olduk. Sayın Demirel’i de daha sonra dinledik beraberce. Millî Birlik Komitesi üyeleri, o döneme fiilen tanıklık eden ve yaşayan kimseler ve Sayın Demirel de içinde olmak kaydıyla 27 Mayıs Darbesinde dış etkenlerin, dış unsurların hiç etkili olmadığını, buna dayalı bir belge, bir kanaat kendilerinde oluşmadığını söyledi. Biraz önce siz dış unsurların çok önemli olduğunu ve araştırılması gerektiğini söylediniz. Dün, Mehmet Altan Bey de aynı mahiyette açıklamalarda bulundu. 27 Mayıs Darbesi’ne yönelik dış etken unsurunun etkili olduğuna dair kanaatleriniz, yirmi yıllık Brüksel tecrübesini de dikkate almak kaydıyla sizde nasıl hasıl oldu? 27 Mayısla ilgili ki alt komisyon olarak size soracağımız soru bundan ibaret. İlaveten söylemek istedikleriniz, komisyonun yol haritasına yönelik eserleriniz bu anlamda da yol açıcı, tavsiyeleriniz neler olabilir?
BAŞKAN – Çok özür diliyorum, bir saniye. Şimdi, benzer bir soruyu birleştirerek soralım, 12 Eylül Alt Komisyon Başkanlığının hazırlamış olduğu iki soruyu daha ilave edeceğim. Bu minvalde ikisine birlikte cevap verirseniz… “12 Eylül Darbesinin Amerika ve İngiltere ayağının etkisi ne ölçüde olmuştur?” diyorlar, “12 Eylül ara rejiminde dış siyasetin düzenleyicilerine veya karar alıcılarına etki eden iç ve dış kurumlar hangileridir?” diyor yani dış bağlantılarına ilişkin soru olduğu için her iki alt komisyonun yani her ne kadar 28 Şubat Komisyonuyla ilgili olsa da bu iki sorunun da cevabını birlikte verirseniz belki…
MEHMET ALİ BİRAND – 27 Mayıs soğuk savaşın en esaslı hakim olduğu dönemdi. 27 Mayısta Demokrat Partinin attığı adımlar içeride yeteri kadar türbülans yarattı. Cumhuriyet Halk Partisi de bu türbülansı gayet iyi kullandı. Hani, “Vatan elden gidiyor, bunlar bizi nereye götürüyor” şeyini çok iyi kullandı. 27 Mayısta Amerika’nın, Avrupa’dan çok Amerika’nın… Şey denir ya: “Menderes Moskova’ya gidecekti, Moskova’ya giderken şey yapacaktı.” O kadar kolay şey değil. Yani bir Moskova seyahatiyle, “Vay, Moskova’ya gidiyor, onun için bunu devirelim” şeklinde değil ama…
BAŞKAN – Sadece seyahat değil tabii, orada 11 büyük anlaşma yapılacaktı.
MEHMET ALİ BİRAND – Evet ama büyük devletler -ben hep ona dikkat ederim- böyle bir olayla hemen sonuca varıp “Tamam, bunu indirin aşağıya, öbürünü getirin” şeyinde değildir ama kulaklarına bir kar suyu kaçtı orada yani bizim burada tam kontrolümüzün altında olması gereken bir Türkiye vardı onların kafalarında ve öyle bir Türkiye’de kurulmuştu. Şimdi buna çomak sokuluyordu. Asker de hazır içeriden kaynıyor. “Hayır” demediler hiçbir şekilde. Bu etkisini ben öyle görüyorum. 12 Eylülde ise “Hadi ya kardeşim neredesiniz, ne yapacaksanız yapın.” Ben NOTA’da toplantılarda gayet iyi hatırlarım, Evren Paşa geldiği zaman oturulurdu, gazetecilerle beraber konuşulurken tabii gazeteciler de hemen “Paşam ne olacak, nereye gidiyor bu ülkenin hâli” diye sorardık. Eh, günde de 20 kişiye falan varmıştı öldürülen şeyi… O, “Aynı soruyu bak görüyor musun General Haig de bana sordu, Fransız, Alman Genelkurmay Başkanı da kenara çekti, bu hep böyle mi devam edecek? Hâlâ Cumhurbaşkanı seçilemedi, bilmem ne olmadı” diye… Oralardan, işte mesaj budur zaten, yani kalkıp da hiçbir zaman ben bu darbelerde Washington’un… O, şey denir ya, “Hava Kuvvetleri Komutanı Washington’a gitti, Washington’dan onayını aldı.” saçmalığın dik âlâsıdır. Washington hiçbir zaman kalkıp da darbeye üç gün kala “Gel bakalım şu şeyini sana imzayı…” yoktur böyle bir şey. Çok daha önceden hazırlanır, o darbenin hazırlıkları -zaten şeye baktığınız zaman, WikiLeaks’e de görülür- burada biliniyordu. Amerika buna göz yummanın ötesinde “pleasing”ni verdi. Üstelik de unutmayın, 1979, Afganistan’a Rusya girmiş, Şah düşmüş, Türkiye 70 cent’e muhtaç, Guadalupe’ta Türkiye’yi kurtarma şeyi kurulmuş.. Öyle bir dönem yaşanıyor ve o dönemde Türkiye paramparça görüntü içinde. Amerika Washington’dan öyle bakmıyor ki “Ya şunu düzeltin artık, yeter. Bu neyin nesidir?” Orada çok daha etkili bir şey oldu. Bana Paul Heinz’i onu anlatmıştı, sonra yalanlamaya kalktı Allah’tan kameraya da anlattığı için kendimi şey yapabildim. Şeyi demişti: “Carter Başkan, gittim, Kennedy Center’da konserde dinliyordu, “Our boys did it” bizim çocuklar yaptılar bu işi”. Biliniyordu, bekleniyordu, şey yapılıyordu.
BAŞKAN – Daha sonra inkar etti.
MEHMET ALİ BİRAND – İnkâr etti ama…
BAŞKAN – Sizde yayını vardı, bant kaydı vardı.
MEHMET ALİ BİRAND – Ha, yayını vardı. Onu şey yaptım, zavallı rahmetli oldu. Yaptı ama hazırdı yani Amerika 12 Eylülü itti. 27 Mayıs da daha karşı çıkmadı. Anlatabiliyor muyum yani bu şekilde yapılıyordu.
ENVER YILMAZ (İstanbul) – 27 Mayıs'ın bu kadar kanlı ve trajedik olmasını neye bağlıyorsunuz bugün itibarıyla?
MEHMET ALİ BİRAND – Ayaklanma, o bir ayaklanmaydı. Genelkurmayın şeyinde olan bir olay değildi, ona çok bağlıyorum.
BAŞKAN – Emir-komuta zinciri içerisinde yapılmamıştı o yüzden.
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır. Zaten emin olun, 27 Mayıstan asker çok zarar gördü. Onun için de, onların şimdi sorun en büyük korkuları bir 2’nci 27 Mayıstır. Ben o bakımdan şey yapıyorum. Bugün o, o kadar yerleşmiştir ki kendilerinin içine, bir yüzbaşının Millî Birlik Komitesine girip koskoca generale posta koyar gibi konuşması o kadar onları şey yapmıştır ki bütün yetiştirilmelerine aykırı bir olay. Ondan dolayı 27 Mayıs olmasın diye, dikkat edin hep dolaşırlar. “Aman ha, orada bir şey var mı orada bilmem ne var mı?” Ben o açıdan baktığım zaman bir daha darbe ancak Genelkurmay başkanları yani Genelkurmay yaparsa yapar. Yoksa 2’nci Ordu ayaklanmış, 1’inci Ordu’da bilmem ne olmuş…
YAŞAR KARAYEL (Kayseri) – Bir de 80 İhtilalinin Yunanistan’ın NATO’ya girmesi ile alakası olduğunu, bunun içinde Genelkurmay Başkanı olarak Evren’in de Genelkurmay Başkanı olmasıyla ilgili de bağlantı söylediler. Bununla ilgili de bir şahitliğiniz var mı?
MEHMET ALİ BİRAND – Amerika’nın o darbenin olması için gerekçelerinden bir tanesi de o ama onun için değil. Çünkü sonunda ne oldu? Evren’in elini büktü -ben Brüksel’deydim o anlaşma yapılırken- gene kabul ettirdiler.
BAŞKAN – Şimdi çok özür dileyerek ben sözü Sırrı Süreyya Önder’e vereceğim ama komisyon, alt komisyon başkanımıza toplantıya başkanlık etmek üzere ayrılacağım, yukarıya Hilmi Özkök Bey, eski Genelkurmay Başkanımız geliyor. O toplantıya başkanlık edeceğim bir süre için.
Teşekkür ediyoruz.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Peki, ben de sorumu sorayım, ben de kaçayım o zaman.
MEHMET ALİ BİRAND – Tabii tabii, buyurun.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Sayın Birand, hoş geldiniz.
Eminim Sayın Başkan iyi şeyler söylemiştir, ben de onlara bütün kalbimle katılıyorum.
Ben şeyi ceza evinde okumuştum, Emret Komutanım’ı. Gerek o dönem medya alanında çok etkili olmanız, gerek özel ilgi alanınızın buralara yoğunlaşması hasebiyle bir konuda bilginizin olup olmadığını merak ediyorum çok. Malum, darbeler daha önce darbeye zemin hazırlayan birtakım taşlar döşenerek yapılıyor. Bunlardan Maraş katliamı ülkedeki Ecevit’in ısrarla direndiği sıkıyönetim ilan etmeme direncini kıran bir işlev gördü. Sıkıyönetim o gün geldi ve bir daha gitmedi. Şimdi ben de böyle bir konspirasyon mantığı ile yaklaşmıyorum ama her şeyin arkasında başka bir şey aramak paranoyası değil bu. Fakat, Sir Alexander Peck diye bir şahıstan bahsedilir. Bu Hamido katledilmeden önce Malatya’da gözükmüştür, o çıkar Hamido öldürülür. Maraş’ta katliamdan önce gezdiği ve dönemin AP İl Başkanının da içinde olduğu sağ esnaf ve iş adamlarıyla toplantı yapıp, “Bu Aleviler yakında size yiyecek ekmek bırakmayacaklar” tezini işlediği, ardından Çorum’a gittiği, Çorum’da dönemin Belediye Başkanına Alevi nüfus, Sünni nüfus, ekonomik meşgaleleri, dağılımları falan gibi sorular sorunca Belediye Başkanının Hasan Fehmi Güneş’i araması, “Burada böyle bir adam var…” Bu şahsı hiç gördünüz mü, tanır mısınız, hakkında bir bilginiz var mı ya da ?
MEHMET ALİ BİRAND – Hiç, yani hiç tanımam, yani ben de okuyorum.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Paul Heinz falan…
MEHMET ALİ BİRAND – Yani ben de okuyorum ama doğrusunu söyleyeyim. Ben bu tip yabancı parmaklarının oralarda… Çünkü oralar öyle yerler ki çok kolaylıkla bir yabancı geldiği zaman hemen şey yapılabilen yerlerdir. Ben, yabancı parmağından çok, onu bizim kendi parmağımızı görüyorum orada, kışkırtma parmağını görüyorum, orada olay çıksın parmağını görüyorum. Kim ona tetiği çektirdi bilmiyorum ama o kadar kokuyor ki devlet parmağı orada yani Kahramanmaraş olaylarında, artık arşa çıkmış vaziyette ama ne tanıdım nede ona inan… Yani o komplo şeyine pek önem vermiyorum.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Peki, bölgenin istihbaratsızlaştırılması, bununla ilgili Ecevit’in daha sonra bir beyanı var, malum, “Bize 24 Aralıktan bir yıl öncesine değin bir terminde bölgeye dair en ufak bir karışıklık, gerginlik falan gibi bir istihbarat gelmedi” dedi. Bununla bağlantılı olarak MİT’in o dönem idari yapılanmasının hani 7’nci bölge, 8’inci bölge, 9’uncu bölge gibi, Karayolları gibi düşünürsek bölgeler gibi, bölge yapısının değiştirildiği, bu “gümüş hilal” ya da “altın hilal” denilen yerin yani tüm bu katliam haritasının tek bir idari başkanlığa bağlandığı, başına da Homriş’in getirildiği falan gibi şeyler var.
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır. Yani orada, MİT o dönemde sadece solcu kovalardı. Ne yaptığını da pek bilemeyen garip bir şeydi. Askerin emrinde çalışan birtakım adamlardı. Orada eğer bir şey aranacaksa tamamen askerin elindeydi yani bütün istihbarat da her şeyi askerdeydi. Ben onun için ona şey yapmam…
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Önce çok teşekkür ederiz verdiğiniz bilgilerden dolayı. Ancak, aslında sizin hem Türkiye hem dünyadan çok geniş bilgiler sahibi olduğunuzu biliyoruz. Kitaplarınızda, bunları yaşıyoruz. Demin bir olayı yadırgadım o da şu: Gerçekten, sıkıntılı zamanlar öncesi çok fazla yabancı gelir ülkemize veya buradaki bazı devletlerin daha çok basınla ilgili elçilikteki uzmanları gelir ve sizinle olur olmaz birçok konuda röportaj yaparlar. Bunları sizin bilebileceğinizi zannediyordum ama siz “Bilmiyorum.” dediniz. Gerçekten bu tip olaylar… Yani bunlar bir şey değil, giz, altında bir şeyler aramak için söylemiyorum. Ben günlük tutan bir insanım, 1992 ile 2001 arasında yabancı gazeteci veya yabancı elçilik mensubu 17 kişi benimle görüşmeye geldi.
MEHMET ALİ BİRAND – Ama normal.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Hayır, ama bakın, sorulan sorular veya benim bölgemle ilgili ki Bağcılar seksen bir vilayetin insanının olduğu ve daha çok da Anadolu’nun bütün filizlerinin de görüldüğü bir yerdir, bölgemden de benden daha iyi haberdarlar ve bunlarla ilgili soruyorlar. Biz aldığımız belki hukuk terbiyesinden dolayı, konuştuklarımızı hem onun teybine o alıyordu hem biz alıyorduk, hemen İngilizcesini ve Türkçesini de ona da, kendimize de imzalatıp geri veriyorduk ister istemez. Çünkü birkaç kere bunun tersi olaylar da olmuştu. Bundan haberinizin olduğunu zannediyordum, olmamış.
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır, haberim var ama bunun ben çok doğal… Yani bunun nasıl işlediğini biliyorum. Zira, Türkiye gibi bir ülkede, belirli yerlerde bir duyarlılık varsa sefaret adamlarını, hangi sefaret olursa olsun, oraya gönderir. Basıncısını gönderir, gazetecisi gider, ikinci kâtibi gider, ne oluyor, nasıl oluyor… Çünkü istihbarat servisleri böyle beslenirler. Yani o giden adam, gazeteci istihbarat servisine haber vermek için gitmez mutlaka, ama ben bunu çok normal karşılıyorum. Aslında biz yapmıyoruz bunu, benim şikâyetim öyle, mesela…
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Yani dünyada biz yapmıyoruz diyorsunuz.
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır, biz yapmıyoruz. Özür dilerim, poposunu kaldırıp, gidip de Amerika’da, şurada burada, Avrupa’da, hadi bırak onları, Mısır’da dolaşıp da “Ya ne oluyor, bu yeni Müslüman Kardeşler şöyle bir şey yapıyor, gidip o bölgede bir şey yapalım.” diyen adamımıza rastlamadım.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Onların yaptığı doğru o zaman. Hakikaten de doğru bana göre.
MEHMET ALİ BİRAND – Doğru. Yani adam geliyor, şey yapıyor. Şimdi deniyor ki: “Efendim, bize karşı düşman ülkeler şey yapıyorlar.” Aa, niye yapmasın! Türkiye'nin büyümesini, şey yapmasını… Biz İran’ın büyümesini istiyor muyuz, biz Irak’ın müthiş bir güç olmasını istiyor muyuz? Varsa da elimizde, oranın kenarından, köşesinden karıştırırız. Bu böyledir yani.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Diğer bir sorum da: Çok açıkça ki insanın kendini bu kadar iyi tenkit edebilmesi de güzel bir şey yahut da kendisini tiye alması. Dediniz ki: “Bize kimse ‘Böyle yazın.’ demiyordu onlardan.”
MEHMET ALİ BİRAND – Biz zaten hazırdık.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – “Zaten hazırdık ve yazıyorduk.” Bir şey soracağım: Mesela güzel şeyler yaptığınız zaman, yazdığınız zaman o kesimden tebrik de geliyor muydu?
MEHMET ALİ BİRAND – Eh... Daha çok şey geliyordu, hafif yazdığınız zaman soru işareti “Ne oluyor? Türk ordusunun moralini bozacaksın...”
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Teşekkür ederim. Yani tebrik etme ihtiyacı bile hissetmiyorlardı.
MEHMET ALİ BİRAND – Hayır, hayır. Canım o normal, zaten görevimiz oydu. Yani, bu verilmeden alınmış bir görev. Bunun aksini söyleyen çıkarsa gelsin benim karşıma, ispat etsin.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Hayır, ben daha iyi zabıtlara geçsin diye istiyorum. Gerçek, çok güzel bir şey, insanın kendi kendisini kritize edebilmesi çok güzel bir şey.
MEHMET ALİ BİRAND – Gayet tabii. İnsanlar hani “Aa, değişti…” Değişir tabii, insanoğlu değişir.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Diğer bir sorum da: Andıç’ın Nazlı Hanım tarafından konuşulup yayınlanmasından sonra, böyle bir şeyin olamayacağını düşündüğünüzü söylediniz. Ancak, siz daha iyi hatırlarsınız, çünkü başınızdan geçti, biz sadece uzaktan takip ettik; sizin bazı programlarınızdan dolayı çok yersiz yolsuzluklarla ilgili yazılar çıkmaya başladı, hatırlıyorsunuz ve bunlar böyle yağmur gibi.
MEHMET ALİ BİRAND – Tabii.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ben aynı zamanda mahkemeleri de çok rahat bildiğim için oralarda da gördüm, yani her yerde hemen hemen, yaptığınız yolsuzluklar birçok şeyler…İnsan bakıyor, yolsuzluğun neticesinde olan şey 50 lira, 100 lira. “Ya Mehmet Ali Bey, 50, 100 lirayla...” diyorsunuz ama biz biliyorduk ki bu süreç başlatılmış. Siz bunun gerçekten farkına varmadınız mı hiç?
MEHMET ALİ BİRAND – Biz o dönemde farkına varmadık, sonra…
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Aşkınız mı çok fazlaydı da hissetmedin?
MEHMET ALİ BİRAND – …rahmetli oldu, hâkim söyledi, yani benim şeyime bakan hâkim “Asker çok bastırdı. Bu kararı da vermeyecektik.” dedi.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ben onun söyledim, hâkim beyle biz de o konuyu görüşmüştük, onun için söylüyorum. Yani bu kadar şeyden haberiniz olmadı mı diyorum?
MEHMET ALİ BİRAND – Yok canım. Orada düşünebiliyor musunuz, şöyle: TRT’nin muhasebesi bize “Şöyle şöyle getir.” dedi, biz böyle böyle getirdik. Beş yıl “Çok teşekkür ederiz, doğru.” dedi, damgasını bastı, Meclis komisyonundan geçti, onaylandı, beş yıl sonra “Yoo, bunlar usule aykırı, burada yolsuzluk var.” diyerek dosya açıldı.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ama çok büyük şeyler oldu.
MEHMET ALİ BİRAND – Ama hayatımın en karanlık dönemidir, yani en acı çektiğim… Emin olun, PKK konusunda o kadar şey…
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ben şunun için sordum Beyefendi: Bu kadar olayları açıkça inceliyor, görüyorsunuz. Yürüdüğünüz yerin farkına varamıyor musunuz?
MEHMET ALİ BİRAND – Varamıyorsunuz. Yani ben hiçbir zaman böyle bir tuzağın içine düşebileceğimi düşünmedim bile.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Yani yoksa şu mu, benim aklımdaki soru başka: Böyle bir tuzak yapacak insan olacağını mı karşı tarafta bilmediniz?
MEHMET ALİ BİRAND – Hiçbir zaman aklımın köşesinden geçmedi.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ben onu istiyordum.
MEHMET ALİ BİRAND – Hiç aklımın köşesinden bile geçmedi. Hepsi benim karşımda, bir tanesi “Bundan güzel program olmaz, sen bir tanesin.” diyor, omuzlarda taşınıyorsun, meğer aşağıda neler hazırlanıyormuş. Çok geç öğrendim ama o ayıp da bize yetti.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Teşekkür ederim.
MEHMET ALİ BİRAND – Ben teşekkür ederim.
BAŞKAN – Şimdi, Çankırı Milletvekilimiz, Sözcümüz Sayın Şahin, buyurun.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Sayın Birand, hoş geldiniz tekrar.
Özellikle şu hakikati ifade etmem gerekiyor: Komisyonda görev aldığımız günden itibaren hem sizin yayınlarınızı hem de özellikle 28 Şubatla alakalı “Son 28 Şubat” adlı kitabınızı çok titizlikle incelediğimi ve çalışmalarımızda da kısmen bir yol haritası olarak bu kitabın kronolojik sırasını belirlediğimizi de ifade etmek isterim. Ciddi anlamda bu kronolojik sırada, hadiselerin sadece 97’yle başlamadığını, 28 Şubatın evveliyatının olduğunu, 90’ların başından itibaren var olan karanlık cinayetleri, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis cinayetlerini, Özal’ın ölümünü, Sivas olaylarını, 5 Nisan 94 kararlarını, Refah Partisinin Milliyetçi Hareket Partisi, Islahatçı Demokrasi Partisiyle yapmış olduğu ittifaklarını ve 94 yerel seçimlerinde almış olduğu başarılarını, daha sonra DEP’li vekillerin Meclisten çıkartılmasını, Gazi Mahallesi katliamını, yine 95’te Refah Partisinin seçimdeki başarısını, Susurluk skandalından Refahyol İktidarına kadar pek çok konuyu çok ayrıntılı olarak orada irdeleme fırsatı bulmuşsunuz ve o dönemin tanıklarına birebir müracaat etmek suretiyle de hem gelecek nesillerin çok iyi aydınlanabileceği hem de bugün için bu Komisyonun araştırmalarına ışık tutacak bir eser meydana getirmişsiniz hem Reyhan Yıldız Hanımefendi’ye hem de size bu yayınınızdan dolayı öncelikle teşekkür etmek istiyorum.
MEHMET ALİ BİRAND – Sağ olun.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Burada çok net olarak bazı şeyleri söylediniz. Dün de benzer nitelikte Sayın Fatih Çekirge ifade etti “Bizim için bir baskı yapılmasına gerek yoktu. Gazeteci milleti olarak bu konuda kullanılmaya biz açıktık ve bunu da, bize gelen haberleri de dilediğimiz gibi formatlayarak yaptık.” dedi. Bugün de siz çok net bir şekilde “Biz hazırdık zaten bazı şeylere ve bir şekliyle toplum hazır hâle getiriliyor…” Bu sadece medya olarak siz değil, yani toplumun bütün kesimlerinde, “bağımsız yargı” dediğimiz yargının hayatta kabul edilemeyecek bir şekilde brifinglere filan tabi tutulması.
Ben burada anlattıklarınız dışında kalan bir kısım şeyleri size sormak istiyorum. Özellikle biz, darbelerin psikolojik yönlerinin, oluşturduğu travmaların darbeler sonrasında ve ekonomik kayıpların daha çok önemli olduğunu ve bunların gün yüzüne çıkartılması gerektiğine inanıyoruz. Siz de burada, 2001 yılındaki “Beyaz Enerji” operasyonundan ve ekonomideki yangından, Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelmesi 2001 yılında dahi olsa, bunlardan bahsetmişsiniz ve yine Türkbank ihalesine fesat karıştırmak, görevi kötüye kullanmak olaylarını da bu kitabınızda değerlendirmişsiniz. Size göre, burada, sadece askerin yetişme tarzı, eğitim tarzı ve o günkü konjonktürde kısmen de olsa yabancı desteğin darbelerin oluşmasına etkili olduğu kadar, ülkenin ekonomik potansiyelinin… Biz ısrarla hem 27 Mayısta hem 12 Eylülde ve hem de 28 Şubatta özellikle bu ekonomik gerekçelerin çok daha ön planda olduğunu ve sonrası itibarıyla da milletimize çok ağır bedeller ödettiğini düşünüyoruz, bu konudaki sizin düşünceniz nedir? Bunu özellikle sizden öğrenmek istiyorum.
MEHMET ALİ BİRAND – Her darbenin öncesine bakın, darbe sırasına bakın, daima bir ekonomik sarsıntı görürsünüz. 27 Mayısa bakın, 27 Mayısta Demokrat Parti’nin nasıl bir ekonomik darboğaza düştüğünü, o darboğaza düştükten sonra maaşlardaki düşmeler, kısıntılar, o ekonomik darboğazın getirdiği rahatsızlık toplumda… 12 Eylül’e bakın, 70 sente muhtaç Türkiye, aynı şekilde. 12 Mart’ta ekonomi o kadar büyük bir rol oynamadı, yani o daha çok asker içi bir kavgaydı. 28 Şubat’ta da aynı şekilde ekonomik kriz gelmeye başlamış, artık kendini göstermişti. Onun için, darbelere baktığınız zaman, sadece eğitim, sadece şey değil, bir pakettir o. İçinde ekonomi paketi vardır. Çünkü, ekonomi kötü gitmeye başladığı zaman sızıntılar artıyor, şikâyetler artıyor, memnuniyetsizlik artıyor. Bugün AK PARTİ niçin alkışlanıyor, Başbakan omuzlarda dolaştırılıyor? Önemli ölçüde ekonominin iyi gitmesinden. Ben görürüm sizi, yarın ekonomide, Allah korusun, bir tepetaklak olunsa uluslararası bir şeyden sonra, sokaktaki herkes vır vır vır “Nedir bu? Başbakan bu işi yapamıyor.” demeye başlar. O işte bir hazırlıktır. Onun yanına koyun olayları, cinayetleri, şunları bunları, önlenemeyen şeyleri, işte şimdi de PKK’nın saldırılarını. Nedir? “Ya olamıyor, baksana hâlâ durduramadı, bu kontrol edemiyor…” Hepsi bir pakettir, tek tek bulamazsınız, yani tek gerekçe yoktur hiçbir zaman. Ekonomi vardır, evet, son derece önemli, çünkü toplumu rahatsız eder, askerin şeyidir bu, yani darbeyi yapacakları için güzel bir zemindir. Sol-sağ çatışmaları veya PKK. PKK’nın en çok istediği şeydir darbenin olması, bundan daha güzel bir şey olamaz. Nasıl bugün Meclisten BDP’yi attırtmak istiyor, o hâle getirtmek istiyorsa PKK, şimdi o dönemde de kendi rolü var. O bakımdan ben bunları bir bütün olarak görüyorum, yani tek gerekçeyi neden olarak değil, ama bir bütün olarak görüyorum. Evet, son derece önemli gerekçelerden bir tanesi. Çünkü, darbede, baktığınız zaman, kimler şey yapıyor, onu çok iyi bulduk, gördük biz. Darbelerde iş yapamayan siyasetçiler, gözden düşmüş bürokratlar, üst düzey bürokratlar, emekli asker, emekli yargıç, emekli polis, emekli… Müthiş bir lobidir o, yani tahmin, tasavvur edemezsiniz o lobiyi, o emekli lobisini, hem askerin hem polisin hem yargının lobilerini. Çünkü hep onlar ön plana çıkıyorlar her darbede.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Erki yeniden ele geçirmek için.
MEHMET ALİ BİRAND – Gayet tabii.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Burada özellikle vurgulamak istediğim hadise de şuydu: Bu banka patronlarının, özellikle medyayla ilişkili olan banka patronlarının da bu ekonomik saiklerle çok daha rahat darbe çığırtkanlığı yapmış olmaları sizce normal değil mi? Yani bu süreç içerisinde çok rahat bir şekilde, her ne kadar siz “Tabii ki normal şartlarda biz onu yazıyoruz.” diyorsunuz ama…
MEHMET ALİ BİRAND – Ben şöyle şey yapıyorum: Önlemediler, anlatabiliyor muyum. Çünkü kapitalin işine geliyor. Kapital hiçbir zaman istikrarsızlıktan, kavgadan, gürültüden bilmem neden hoşlanmaz. Bir güç kapitalin hoşuna gider daima, “Güçlü biri olsun, ben onunla anlaşırım nasıl olsa.” der.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Ama tersi oldu, 28 Şubat sonrası ekonomide bazı şeyler ters gitti.
MEHMET ALİ BİRAND – Ama ters gitmeye, emin olun, başlamıştı zaten. Yani 28 Şubat sürecinde ekonomi öyle parlak gitmiyordu, şey kendini göstermeye başlamıştı, iş karakolda biteceğini göstermeye başlamıştı.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Tepedekilerin o anki algısı nasıldır bilmiyorum ama, topluma, millete sorarsanız Refahyol İktidarındaki ekonomideki rahatlığı hiçbir dönemde yaşamadığını, bunu memur da, işçi de, köylü de Anadolu’ya geldiğiniz zaman ifade ediyor ve özellikle Anadolu sermayesi. Burada çok güzel bir tespitiniz var, yani “Belirli kaynaklara, iş çevresi Anadolu sermayesine direnç göstermeye kalktı.” dediniz ve 28 Şubatın gerçekleştiği dönem itibarıyla ekonomik göstergeler Anadolu’da ve toplumun tüm katmanlarında biraz daha artıda gibiydi. Ondan sonraki aşamada, maalesef bu kararlardan sonraki süreç içerisinde ekonomik bir sıkıntı yaşandı ve 2001’e kadar da bu süreç bu şekilde devam etti diye düşünüyorum.
MEHMET ALİ BİRAND – Ve patladı sonunda, tabii. Şeye de bakın… Bu arada, 28 Şubat sürecinde hiç mi Erbakan’ın, Tansu Çiller’in katkısı yoktu? Onlar da şeyin damarına basmak için değil ama, damarına basacak birçok adımı atabildiler.
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – Onlar neler mesela?
MEHMET ALİ BİRAND – Taksim’de cami yapılsa ne olacak, yapılmasa ne olacak? Efendim, ben biliyorum, Erbakan’ın o meşhur, köşkteki tarikat liderleriyle olan şeyi, aslında “Ya devletle artık gelin barışın, devletle bir şeyiniz yok.” diye yaptığı bir toplantı ama yeri, bilmem nesini işin içine koyduğunuz zaman…
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Bir de medyayı.
MEHMET ALİ BİRAND – Tabii, zaten onu şey yaptığınız zaman o imkân yok çıkıyor.
Kaddafi olayı, hani Kaddafi’nin… Valla bugün Kaddafi olayına ben geri dönüp baktığım zaman, Kaddafi Allah’ın delisi. Yani Kaddafi kalkmış da “Siz Kürtleri kestiniz.” demiş, bilmem ne demiş, Erbakan da susmuş. Bugün olsa “Erbakan hata etmiş.” dersiniz, “Abuk subuk yapmış.” dersiniz geçersiniz, ama bu öyle bir şey yapıyor ki. Neden? Çünkü iktidarda ilk defa onca yıl şey gibi gördüğümüz kişiler geldi, düşman gördük, ticariler geldi ya. Onun için… Bilmem anlatabiliyor muyum?
İDRİS ŞAHİN (Çankırı) – O günkü algı böyleydi diyorsunuz.
MEHMET ALİ BİRAND – O zaman medyası da gazını veriyor, şeyi de veriyor, hani çark öyle bir dönüyor ki.
BAŞKAN – Sayın Birand, teşekkür ediyoruz.
MEHMET ALİ BİRAND – Sağ olun efendim.
BAŞKAN – Yalnız, buraya gelen her konuğumuza soruyoruz: Siz gerçekten kendine çok özgüveni olan bir gazetecisiniz ve söylediklerinizi de çok net ve kesin söylüyorsunuz. Bu özgüveni nasıl… Eğitiminiz mi size bu özgüveni verdi, alışkanlıklarınız mı, yoksa kendinizle hesaplaşmanız mı sizi bu noktaya getirdi?
Bir de, Türkiye’de bir daha darbe olmaması ve bu şartların oluşmaması için işin bir de derinliği lazım. Bu Komisyonumuzun en önemli görevlerinden birisi, gelecek nesillere devletin kayıtlarını sağlıklı bir şekilde ulaştırmak ve güzel şeylerle ulaştırmak. Türkiye demokratik, hukuk, insan haklarına saygılı, sivil bir idareyle yönetilsin istiyoruz. Bunun için de her kurum, her anayasal kurum kendi görevleri içinde kalsın ve seçilenler bu devleti, bu milleti idare etsin, bütün kaygımız ve gayretimiz bu. Bu noktalarda neler söylersiniz?
MEHMET ALİ BİRAND – Valla, ben de kendine pek fazla güveni olmayan, resmî ideolojinin en doğru ideoloji olduğunu öğrenerek büyüyen bir neslin çocuğuyum. Sonra, yıllar içinde, bunların doğru olmadığını, yanlış yerlere baktığımı gördüm. Gördükçe, Ermeni sorununa bakışım değişti, Rumlara bakışım değişti, Yunanlılara değişti, her şeye değişti, daha bir dengeli bakmaya başladım, kendi politikalarını daha sorgulayan bir insan olmaya başladım.
Güvenim nereden geldi? Bilmiyorum, ben hep kendime güvendim. Çünkü hiçbir zaman yaptığım yanlışı saklamaya kalkmadım, yaptığım yanlışlarla büyüdüm, yaptığım yanlışlardan özür dilemesini bildim. Özür dilediğim zaman hiç kaybetmedim, bilakis kazandım. Kendimi hiçbir zaman, dediğim gibi, hani başbakanlardan şey yapmadım, saygı duyduğum sürece, onlar da benim gibi bir insan, onlar da işlerini yapıyorlar, hep öyle gördüm. Asker deseniz öyle, komutan da öyle, şeyi de öyle. Onun için, kendiliğinden geldi güven diyebilirim. Çok zor anlar geçirdim ama onlar geçti, ben hiçbir zaman arkama bakmadım, hiçbir zaman geçmişte yaşamadım, geçmişle hesaplaşma diye bir şeyim olmadı.
Bu Komisyonun en önemli unsuru, emin olun derinlik olarak vereceğiniz en önemli unsur, Ali Bey’le Hasan Hüseyin bunu yaptı, onları biz yasaklarsak, bunları cezalandırırsak bak emsal olur… Zaten şu anda bu Komisyonun toplanmış olması… Keşke bu Komisyon… Mesela o Andıç olayından sonra toplanmış olsaydı böyle bir komisyon, o dönemde.
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Veya 2000’li yıllarda.
MEHMET ALİ BİRAND – Veyahut da. Anlatabiliyor muyum? Hani “Anlat bakalım arkadaş…” Ama o dönemlerde hatırlayın, Susurluk Komisyonuna “Sen kim oluyorsun da beni çağırıyorsun?” diyebiliyordu ve o zaman da ne iktidar ne Meclis ağzını açamıyordu. Yani hep onu diyorum, 2 kişiyle dans edilir, burada hepimizin suçları var, kimi az, kimi çok, kimi bu kadar, ama politikacısından…
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ama suç.
MEHMET ALİ BİRAND – Suç işledik, hepimiz suç işledik. Yani “Tek suç işleyen şudur” diyemeyiz. Siz şunu çok rahatlıkla yerine getirebilirsiniz: Siz gelecek anayasaya, belki komik gelecektir bazılarına ama “Türkiye’de şeye rağmen darbe yapmak, iktidara el koymak suçtur ve cezalandırılır.” diye mutlaka yazmalısınız. Canım, darbe olduktan sonra onu yazmak...
FEYZULLAH KIYIKLIK (İstanbul) – Ayıp olmaz mı bu dünya ülkelerine böyle bir şey yazmak? Yani, cidden bu biraz da, anayasanın temelleri içerisinde dünya ülkelerinin hiç böyle bir anayasası yok.
MEHMET ALİ BİRAND – Yunanistan yazdı mesela. Ama önemli olan, yetiştirdiğimiz insanlara verdiğimiz eğitimdir. Onlara demokrasiyi, askerimize liberalliği, demokrasiyi, insan haklarını, eleştiriye özveriyle, şeyle bakabilmeyi, bunu verin, sizin en büyük şeyiniz budur. Yani emin olun yapacağınız şey çünkü şimdiye kadar… Ergenekon davası olsun, Balyoz davası olsun, ben bu davaları daha çok siyasi dava olarak görüyorum. İçinde yüzde 40’ı doğru olsa gene de cezalandırılması gerektiğine inanıyorum, ama yargımız öyle hoyratça davrandı ki gereksiz şekilde ikiye bölündü kamuoyu. Hani bu hınç almak mı? Bu Komisyonun şeyi hınç almak değildir. Bu Komisyonun şeyi, önümüzdeki dönemde yetişecek olan bizim torunlarımıza, çocuklarımıza artık askerin kendi işini yapması… Askere “İhtiyacım olursa ben seni çağırırım, sana sıkıyönetim ilan ettiririm, OHAL de ilan ettiririm, bittiği gün de geri gönderirim.” diyebilecek hâle getiriniz.
BAŞKAN – Teşekkür ediyoruz katılımınızdan, katkılarınızdan dolayı.
Eğer bize söyleyecek veya daha sonra Komisyona iletmek istediğiniz yazılı bir düşünceniz olursa, biz her zaman hazırız.
MEHMET ALİ BİRAND – Memnuniyetle.
BAŞKAN – Çok teşekkür ediyoruz, sağ olun.
MEHMET ALİ BİRAND – Ben teşekkür ediyorum.
Kapanma Saati: 11.25
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.