Ağustos’un 15’i yaz, 15’i kış derlerdi eskiler. Mevsimlerin artık eskisi gibi olmadığı, doğanın dengesinin hızla değiştiği, zamansız yağmurların sele, sellerin heyelana neden olduğu şu günlerde, gündüz sıcaklıkları hâlâ 30'lu dereceleri gösterse de, Ankara geceleri serinlemeye başladı.
Ekonomiyle, sağlık ikilemi arasına sıkışıp kalan çoğu insanın (Devletin-hükümetin demeye dilim varmıyor) hava durumuyla ilgilenecek vaziyetleri olmasa da, hali vakti yerinde olanlar çoktan yerlerini aldılar tatil beldelerinde.
Gerçi hali vakti yerinde olmasa bile, devlet bankalarının cazip koşullarda verdiği tatil kredilerini çekip, Turizm Bakanı'nın sahibi olduğu, organinzasyon firmasının reklamlarına kayıtsız kalmayarak, kendilerini ‘kızgın kumlarla, serin sulara’ atan on binlerce insanımız da oldu.
Biz geride kalanlar, normal yaşamımızdan fedakarlık yapıyor gibi görünsek de, ne pazara gitmekten geri kaldık, ne düğüne.
Pazara giderken çenemizin altına taktığımız maskeyi, düğün evinde kolumuza taktık.
Dizdize oturup, omuz omuza halaylar çektik düğün boyunca.
Bayram dedik, kurban dedik düştük memleket yollarına. El öptük, yanak okşadık, “bulaş” yaptık her yeri.
Sağlığında selam vermediğimiz, hal hatır sormadığımız insanların ölümlerinde, tabutlarını birbirimizin omzundan kaptık. Cenaze evindeki göz yaşlarımız birbirine karışıp sel oldu.
Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi seramonisinde bulunmak için yüzlerce kilometre yol gidip, 350 bin kişiden birisi olmak için can attık.
Yaptık….
Bunların hepsini yaptık şu gerideki iki-üç ay içerisinde.
Şimdi geldiğimiz noktada, dört bin, bilemedin beş bin nüfuslu ilçede bile bir haftada üç-dört, ülkenin en küçük illerinden biri olan ilde ise, sekiz-on oldu kovitten ölenlerin sayısı.
Yatağa bağlı yaşam uğraşı verenlerle, evlerinde gözetim altında tutulanların sayısını ne devlet biliyor ne de muhtar.
İnsanların en büyük derdi bu iken, devletin başı, bu yazının yayımlanacağı gün bir müjde verecek diye bekliyor bütün halk.
Televizyon kanallarındaki tüm akiller, Karadeniz’de, Zonguldak açıklarında bulunduğu rivayet edilen bir doğalgaz yatağının muştusunu beklediklerini söylüyorlar. Yani Türkiye’nin Karadeniz’de fersahlar derinliğinde bir doğalgaz rezervini bulduğunu, devletin başının da bunun muştusunu vereceğini öngörüyorlar.
Verilecek muştu eğer covit’in aşısı değilse, ‘doğalgaz’ haberi de keser beni.
Elbette ben de sevinirim böyle bir habere. Sevinirim de, bu kutsal toprakların altında bulunan yüzlerce madenden, bu ülke halkının, bunca yıldır ne ölçüde pay aldığını sormadan da geçemem.
Sorarım sağa sola, "Benim kullandığım doğalgazın fiyatında bir farklılık olacak mı?" diye.
***
İşte böyle usta!
Ne benim beynimdeki düşünceler biter ne de bu yazı. Yani bağışla beni.
Hani, Attila İlhan, “İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur..”* der ya, (yazıdan da anladığın gibi) ben akşamı beklemeden yoruldum usta.
Saygılarımla...
*Ben Sana Mecburum