Size de olur mu bilmiyorum ama bu sıra bende fazlasıyla kendisini gösteren bir "sıkışmışlık hissi"nden bahsetmek istiyorum. Koskoca evrende bu zaman kavramı bir bana mı dar geliyor? Ne zaman yazmaya niyetlensem ne düşünsem gündem hızla akıyor henüz ben satırlara elimi süremeden ve diyorum ki kendime;
- Al işte bir felaket haberi daha! Ne yazacaksın başsağlığı mesajından başka?
Ne yazsam göz yaşı…
Ne söylesem hüzzam makamı…
Biz hep kendi felaketlerimizi olmadan yazıp, söyleyip olduktan sonra ağlıyoruz…
Depremlerde yerle bir olan binaları görünce "asılında öyle değil o iş" diyoruz ya… Depremlerde yerle bir olan oraya yuva diye sarılan insanların umutları, ölen ise bir onların canları değil göçük altında… O binaları oraya diken ya da dikilmesine izin veren bizlerin üç kuruşa infazına izin verdiğimiz vicdanlarımız, insanlığımız.
Kader mi? Keder mi? Derseniz bana keder… Kader dediğiniz artık ilahi bir gücün yaşamlarımız üzerindeki etkisinin adı değil… Her olup bitene sebep bildiğimiz vicdan rahatlatıcı morfine artık kader dememizin bir anlamı yok… Çünkü kader bizlerden çok daha masum…
Kader dediğinizde, başkalarının felaketine sebep olup sonra vicdanlarımızı rahatlamak için içine azaplarımızı doldurup kapattığımız bir kutunun ismi geliyor artık aklıma… Gerçek kader o kadar masum ki, adını bile kendi azap kutularımıza vermemize ses etmiyor...
Salgın hastalıklara gelince aklıma patates geliyor!
Ne patatesi diyeceksiniz…Haklısınız bu sıra sıkışık zaman kavramı nedeniyle uyumadan çalışarak yaşamımı sürdürmeye çalışmam bazen şuur kayıplarını beraberinde getirebiliyor ama bu gerçekten bana göre tam bir patates hikayesidir!
Ülkenin birinde evvel zaman içinde kalbur saman içinde… Develerin gazeteci (!) pirelerin saç tasarımcısı olduğu dönemlerde geçen bir hikayeymiş... Bu hikayede ülke içinde çok sayıda vezir yaşarmış… Aman efendim her birinin hikayesi ayrı bir destan, her birinin hikayesi yüreklerde ayrı bir “aman çocuğum yapma cehenneme gidersin!” dersi niteliğindeymiş. Biz şimdilik diğer vezirlerimizi boş verelim, patates vezirine odaklanalım… Ülkede kıtlık çıkmış, üstelik yoğun bir fakirliğin olduğu konusunda da develerin yalancısıyız. Bu kıtlık içerisinde kimsecikler tropikal meyve tüketemez hale gelmiş. Fakirliğin günden güne arttığı günlerde padişahın söylentilere canı çok sıkılmış, tebdili kıyafet inmiş saraydan pazara… Bir bakmış patatesin kilosu 20 akçelerde… Ama ilk bakışta önce ayılamamış tabii ki koskoca padişah patates, soğan borsası takip edecek değil ya… Sormuş sadrazam paşaya "Nedir bu milletin derdi, neyi varmış bu patateslerin?"…
Sadrazamda koca devlet yöneticisi, kendi bilmese de bilmekle mes'ul tuttuğu devlet hazinesinden bilsinler diye maaş ödediği danışmanlara sormuş… Danışmanlar da her konuya hakim olacak diye bir kural olmadığına göre soruşturmuşlar, kendilerine bağlı danışmanlar üzerinden patatesin neden bu kadar trend topik bir sebze olduğunu… Fiyatının çok yükseldiğini, halkın alım gücü düşerken temel gıdadan sayabilecekleri bir yiyeceğin bu kadar pahalı hale gelmesine şaşkın olduklarını, köylünün ektiği patatesin de pazara bir türlü gelmediğinden dertlenmişler… Padişaha kadar gitmiş tekrar bu bilgiler… Padişah emretmiş "Tez elden çözülsün bu mesele! Ben halkıma; 'Bir patatesi bile çok gördü' dedirtmem kendime!" demiş.
İstihbarat şebekesi başlamış pazara giren çıkan patatesleri ve patatesleri satan adamları gözlemeye... Gözlerken patates vezirinin adamlarına rastlamışlar, patates veziri patateslerin pahalı olmasını “Köylünün ürettiğinin yetmediğine ve çok uzaklardaki diyarlardan katır üstünde, tekne saklısında getirmek zorunda kaldıkları için akçeler yetmeyi veriyor” diyerek açıklamaktaymış.
İstihbarat çözmüş olayı, patates vezirinin adamları, köylünün patatesini toplayıp, diyarın cücelerine emanet etmekte cüceler de sanki uzak diyarlardan gelmiş gibi pahalıya pazara getirmekteymiş... Patates veziri de hem patates yokluğunda sorun çözmüş görünmekte hem de akçesini katlayarak mutlu mes'ut yaşamaktaymış. Masal bu ya onlar ermiş muradına demek lazım... Patatesler sonunda biraz daha ucuzlamış...
Salgının patatesle ilişkisine gelince; İnsanları iyileştirmek için çözüm aradığı sanılan bazı ilaç laboratuvarları ya da bazı devletler her yıl bir insan kıran mikrop türü geliştiriyorlar. Bu mikrop türü ile başlayan salgında insanlar, hayvanlar katlediliyor. Sonrası mı? İlaç satışı, bu virüsü tedavi etmek için ayrı ilaç her yıl bu virüsten korunmak için ayrı aşı.
Yalnız merak ettiğim Çin kendi nüfusunu azaltmak için böylesine kontrolünden çıkıp kendi ekonomisine zarar verebilecek bir mikrobu yaydı mı yoksa ekonomi çevrelerinde son 5 yıldır yaygın olarak paylaşılan dünyanın yeni süper gücünün Çin olacak olduğuna dair söylentilerden alınan ve bu ülkeyi kendine tehdit olarak kabul eden başka bir süper güç mü bunu yaptı?
Şehitlerimiz için ise yazmak istediğim tek şey “Başın sağ olsun Türkiye!” …
Sanki bu konudaki hislerimin tamamını yazarsam yarın aynaya hiçbirimizin bakmaya yüreği yetmeyebilir gibi geliyor...