Sevgili okurlarım, ülkemin güzel insanları. Bugünkü yazımda ümit verici, ufuk açıcı konuları sizlerle paylaşamadığım için özür diliyorum. Ama içinde bulunduğumuz ve bir çoğumuzun aklına ve mantığına sığdıramadığı yaşanan olayları paylaşma gereği duydum.
Birkaç aydır kamuoyunun gözü önünde yaşananlar toplum olarak hayatımızı maalesef olumsuz yönde etkilemektedir.
İktidarı elinde tutan AKP lideri ve demagoglarının meydanlarda dile getirdikleri söylevler, basın/yayında kaleme aldıkları yazılar, ifade ettikleri senaryolar gözümüzü korkutmakta, geleceğe umutsuz olarak bakmamıza neden olmaktadır.
Yaklaşık 12 yıldır iktidarda bulunan AKP, çakma bir milli görüş kadrosu ile kendine muzahir kadrolar oluşturmuş, oluşturulan bu militarist kadroları ise 6-7 yıldır devletin hassas kadrolarına yerleştirmektedir. Bu durum renkli fişlemelerle de basına yansımıştır. Zaten örgütsel hedefi devlette kadrolaşma olan bir kültürden gelen AKP’den tarafsız olması da beklenemezdi. Maalesef millet olarak kandırılmışız…
17 Aralık büyük yolsuzluk operasyonuna kadar açıktan ilerlemeyen kadrolaşma faaliyetleri, yolsuzluk operasyonu sonrası hem hızlanmış hem de gizlenme gereği duyulmamıştır. Yolsuzluk operasyonları fırsat olarak değerlendirilmiştir. Çünkü daha önce dediğimiz gibi ‘gedik büyük, yara derindir’ ve her yol mübahtır.
Bu süreci ve yaşananları şöyle bir sıralayacak olursak; on bini aşan yeni polis, yüzlerce yeni hakim ve savcı kadrolaşma amacıyla atandı. Adli Tıp, TİB, TÜBİTAK, HSYK vb. devletin hassas sinir uçları (görülmemiş hızda çalışan yasamamız sayesinde) bizzat başbakana bağlandı. ‘Üçlü kararname, devlet teamülleri falan da neymiş’ dercesine atamalar, almalar…
Devleti oluşturan yürütme, yargı ve yasama kadrolarına ilave olarak bürokrasi, istihbarat ve polisteki kadrolaşmasını tamamladığını düşünen AKP lideri ve otokratik kadroları otokratikleşme sürecine hızla girmiş ve kendine karşı olduğu kişi, grup ve kitleleri tehdit etmeye başlamıştır.
Bu sürece baktığımızda AKP’nin otokratik kadrosunun psikolojik savaş konusunda oldukça ehil olduğuna şahit olmaktayız. Korkutma, sindirme, yönlendirme, algı yönetme, algı oluşturma, aldatma, kara propaganda yapma vb. taktikleri topluma karşı oldukça fazla uygulamaktadır. Bu işlerine devletin tüm gücünü, basın ve yayınını da alet ettikçe etkisini arttırmaktadır.
Olmayan bir tacizi varmış gibi gösterme, camide içilen kolayı bira olarak topluma yansıtma, anayasal hakkını kullananı (masum halkı kastediyorum) topyekün çapulcu, terörist ilan etme ve benzeri üretilmiş psikolojik savaş amaçlı kara propaganda malzemelerini, meydanlarda kullanarak, halkı kendi çıkarları doğrultusunda kin ve nefrete yönlendirmesi, bu yalanlar daha sonra görüntülerle ortaya çıktığında görmezlikten gelinerek, şiddeti arttırılan söylemlere devam edilmesi, kara propagandada ne kadar usta olduklarını göstermektedir.
Devletin ve oldukça büyük basın/yayın gruplarının tüm gücünü arkasına almış kara propaganda konusunda bu kadar usta AKP oligarşik yapısının ele geçirdiği; savcılık, dinleme, polis merkezlerinden sahte belgelerle temin edilen materyallerle yakın zamanda nasıl bir cadı avı başlatacakları aşikardır. Ve bu husus meydanlarda marifetmiş gibi höykürülmektedir. Türkçesi; 'Ben hukukum, ben savcıyım, ben hakimim, ben polisim, ben askerim, ben mit’im ben her şeyim' denmektedir bu milletin gözünün içine baka baka...
Yazımı 16.yy da yaşamış Floransalı devlet adamı ve tarihçi N. Machiavelli’nin “Prens” adıyla kaleme aldığı İtalya’daki prenslikleri ele alan kitabından bir bölümle bitiriyorum. Machiavelli, kitabında; Prenslerin iktidarlarını anlatırken “ahlakı değil, iktidarı ele geçirme ve muhafaza etme amacına hizmet etmeleri gerektiğini” vurgulamıştır. Prenslerin, biri yasalara uyarak diğeri zora başvurarak iki tür iktidar mücadelesi yaptığını ve birincisi yetmediğinde ikincisine başvurmalarının gerektiğini anlatmıştır.
Ona göre bir prens “devleti elinde tutmak için sık sık verdiği söze karşı, iyilikseverliğe karşı, insanlığa karşı, dine karşı davranmak zorunda kalır. Bu yüzden tarihin rüzgârına göre, durumların değişmelerine göre, dönmeye hazır bir zihne sahip olmalı ve elverirse iyilikten uzaklaşmasını, gerekiyorsa kötülüğü seçmesini bilmelidir”
Bu tespitler sanırım tanıdık gelmiştir hepimize…