İki kalktım, bir hopladım. İzmir, Çankırı arası 700 km’ yi, bir çırpıda atladım.
Baktım; bir kuru kalabalık.
- Nereye gidiyorsunuz böyle, dedim.
- Uzak çağların yakın kentinde, mala, davara sahip olsun diye, yeni bir “yalancı çoban” seçilmiş, onun ne diyeceğini merak ediyoruz, onun yalanlarını dinlemeye gidiyoruz, dediler.
Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek, uzaktan gazel okuyarak ve de yalancı çobanın ne diyeceğini pek merak ederek, şakşakçıların ve "hık" deyicilerin arasına katıldım ben de!
Pireye vurdum palanı yedi yerinden çektim kolanı.
Tozu dumana kattım vardım gittim, Bastaklı’nın hanına (heybem kalmıştı damında) oradan bir at aldım dorudur diye, o at anlıma depti geri dur diye...
Böyük Caminin minaresini belime soktum borudur diye…
Taş Mescid'e attılar beni delidür diye…
O yalan bu yalan fili yuttu bir yılan; Bu da mı yalan?
Çocukluğumuzda bize böle masallar anlatan rahmetli babaannem, dedi ki; bu onun eski huyudur…
Bereket inandılar şimdilik beni saldılar. Neyse uzatmayalım masala başlayalım.
YALANCI ÇOBAN
Bir varmış, bir yokmuş, memleketin birinde içinden dere geçen bir şehir, o dere boyunca da, yılan gibi kıvrılarak giden tren yolu varmış. Şeyhi, seyyidi, hocası, yareni bol bu şehrin insanlarının, tuzlu, çorak topraklarda sere serpe dolaşsın, yesin, içsin, semirsin, gezsin, oynasın diye besledikleri, etinden, sütünden, yününden faydalandıkları inekleri, koyunları, keçileri varmış. Bu şehrin insanları mallarına, davarlarına pek düşkünmüş. İnekleri, keçileri, oğlakları sabah akşam suvarmaya dereye götürürken, tren yolundan geçmeleri gerekirmiş. Mal, davar içinde özellikle delikanlı olanları çaya inmeden, raylara gelince durur, “tren geliyor mu?” diyerek, hat boyunca uzun, uzun bakar kalırlarmış. Giden trenin ardından.
Bu şehrin “oğlanları” babadan öğrenirmiş sohbet gezmeyi, kızları ise anadan öğrenirmiş sofra düzmeyi. O nedenle de, bebelerin hiç birisinin mala, davara faydası olmazmış. Hatta, üstümüze mayıs kokusu bulaşır diye ahırın semtine bile uğramazlarmış.
Masal bu ya, bir gün, adliyenin yanındaki çay bahçesinde otururken şehrin ileri gelen ahalisi, gençten bir adam çıkmış ortaya.
Demiş ki; Bütün malınıza, davarınıza, koyunlarınıza, kuzularınıza, keçilerinize, oğlaklarınıza ben bakarım, siz gider yaren ocağınızı yakar, “tavuğu kim çaldı, tel sarar oğlum tel sarar, tel bulamasa kimi sarar” ve de “deveci birooo” oynar, şenlenirsiniz.
Çarşılardan üç mum alır yakarsınız. Kalk git kahvelerinizi içerken, oyuna doymayanınız olursa, Cezayir çalarken de alırsınız zilleri elinize, dönelersiniz. Bu konuda siz hiç husalanmayın, çalın oynayın, geri kalan her şeyi sizin yerinize ben düşünür ve de yaparım demiş.
Ayrıca, beni çobanların başkanı yaparsanız havam olur, etrafa çalım satarım, belki bu sayede beş on kuruş da kazanırım. Ama kendim için istiyorsam bu koltuğu namerdim, ben memlekete hizmet aşkı ile yanar tutuşurum, hem ben de sizin bu iyiliklerinizden dolayı duacı olurum, cennete girersiniz.
Adliyenin yanında bulunan, çay bahçesindeki yarenler önce birbirlerine, daha sonra ellerindeki tavla zarlarına, okey taşlarına bakmışlar. Nargilesi olanlar, İlbay Paşanın gözüne görünmeden, nargilelerini, çubuklarını daha bir dertli dertli çekip, dumanını savurmuşlar. Mürüvveti daim olan büyük başağa; “Biz bir düşünelim, sana cevap verelim” demiş.
Sonra hep beraber İlbay Paşaya gidip, çoban adayının söylediklerini ona da anlatmışlar. Her şeyi bilen İlbay Paşa “çok güzel, pek güzel, ala” demiş. Yaren ağalar dünden razıymış. Ancak, üstüne vazife olmayan işlere karışan birisi; “Durun hele arkadaşlar, bu güne kadar çok çoban gördük, ama hiç birinin mala, davara faydası olmadığı gibi, heybesini, çıkınını tıka basa doldurarak ve de bizi dımdızlak ortada bırakarak gidenini çok gördük. Bu sefer aramızda bir sözleşme imzalayalım” demiş.
Bu çoban, klasik hikayedeki çoban gibi, “kurt var!” diye bağıran, köy halkını çağıran yalancı çobanlardan değilmiş. Bizim çoban ve onun gibileri, günümüzün modern yalancı çobanıymış, bunlar ne bulursa satarmış.
Gel zaman git zaman çoban sata sata güdecek kuzu, oğlak bırakmamış memlekette. Onun için mahsuru yokmuş tabi, koyun başkasının, kuzu başkasının, keçi başkasının.
“Uzak çağların yakın kenti”nin insanları ise şaşkın amana düşmüşler. Şeyhe gidiyorlar olmuyor, İlbay Paşaya gidiyorlar çözmüyor, en son gidelim de, üstüne vazife olmayan işlere karışana soralım, “Sözleşmede ne yazdıydı, ne çizdiydi, çobandan alsın hakkımızı, versin bize malımızı, davarımızı. Biz artık bu çobanı istemezük”, demişler.
Üstüne vazife olamayan işlere karışan anlatılanları dinlemiş, gördüklerini, onlarca yazdıklarını incelemiş ve başlamış saymaya;
Çoban ve avanesi ve dahi hempaları zaten bu memlekete hep yokluk getirdi, keçinizi kaybetti alkışladınız, koyununuzu sattı “yaşa var ol” diyerek omuzlara aldınız. Sizi birbirinize düşürdü kırk yıllık dostlar, küstünüz, koyun sürüsü gibi dağıldınız, o günlerde bu çobanlara toz kondurmadıydınız.
İlk keçi satıldığında sorsaydınız hesabını belki bugün bunları yaşamayacaktınız. Zamanında sizi çok uyardım, dinlemediniz. Meheldir size, demiş.
Dilerim ki, üzerine Sarıbaba’nın ölü toprağı serpilmiş ve de yaren kültüründen gelen kuru nezaketleri ile seslerini çıkaramayan bu şehrin insanları uyanmışlardır gaflet uykusundan. Bundan sonra teslim etmezler inşallah memleketin kuzusunu, oğlağını tanımadıkları, bilmedikleri yalancı çobanlara...
Bu masal burada bitmemiş
Çankırı bahçelerinde gül ararken, gökten üç “Karaköprü hıyarı” düştü, biri bu masalı yazana, biri bu masalı anlayana, kalanı ise okuyana...