Çankırı’nın neredeyse şehir merkezindeki (Yapraklı yolu üzeri) “Çorak Yerler Kazı Alanı” nda yapılan arkeolojik kazılarda, sekiz buçuk milyon yıllık, Fil, Gergedan, Zürafa, Kılıç Dişli Kaplan gibi 40’ ın üzerinde türe ait, 4 binden fazla fosil bulunduğunu öğrendiğimde, böylesi dar bir alanda, bu kadar çok canlı türüne ait fosillerin bir arada olmalarına şaşırıp, neden olabileceğini kazı ekibinin bilim insanlarına sormuştum.
Buranın göç yolu olduğu, canlıların kuraklık yüzünden göç ettiklerini falan söyleyen yetkililere inanmış görünsem de, ikna olmamıştım.
Ne zaman ki(2016), Çankırı Tuz Mağarasından başlattığımız "İnce Geliş Tuz Yolu" projemizin ilk etabı olan yola koyulduk, işte o zaman bilim insanlarımızın bir konuyu atlamakta olduklarını anladım.
O konu "Tuz"un dayanılmaz cazibesiydi ve bu hayvanlar buraya sadece "Tuz" için gelmişlerdi.
Çünkü; Çorak Yerler kazı alanı, Çankırı Tuz Dağının hemen eteğinde, içine karışan tuzdan dolayı adı Acısu olan derenin de hemen kenarındaydı.
* * *
Değeri yokluğunda anlaşılan "Tuz" olmadan hiçbir canlı yaşayamazdı.
Çorbamızdan turşumuza, yollardaki karı-buzu çözmekten, kağıt yapımına, uçak yakıtının katkı maddesi olmaktan, kimyasal ürünlerin neredeyse olmazsa olmazı olan ve günümüzde 14 bin kadar farklı alanda kullanılan tuz’un olmadığı bir yaşam düşünülemezdi.
İster Çankırı’daki gibi dağın içinden çıkıp “Kaya Tuzu”, ister Tuz gölünden çıkıp "Göl Tuzu" ister denizden arıtılıp, "Deniz Tuzu" adını alsın, insanoğlu 8 bin yıldır biliyor ve kullanıyordu bu "kutsal" madeni.
“Kutsal” dı ki, dört kutsal kitapta da tuzdan söz ediliyordu.
“Yaşamın” öylesine vazgeçilmeziydi ki, medeniyetler, uluslar bu maden için savaşlar veriyor, Romalılar asker maaşlarını tuz olarak ödüyorlardı.
İngilizler, Hindistan’daki tuz üretiminden aldıkları vergiyi kaybetmemek için halkın tuz üretmesini yasaklıyor, Hindistan’ın bağımsız önderi Gandhi, mücadelesini duyurmak için yaptığı 390 kilometrelik yürüyüşe “Tuz Yürüyüşü” adını veriyordu.
Hazır olarak bulunmasının zor olduğu dönemlerde altın kadar değerliydi ki, "Para" yerine kullanılıyor, esirler tuz karşılığı satılıyordu.
* * *
Osmanlı döneminde Anadolu’dan ya da dünyanın herhangi bir yerinden İstanbul’a gelen ürünlerin toplandıkları (Günümüzdeki sebze-meyve halleri ve gıda toptancılarının bulundukları sitelere benzer) yerlere “Kapan” adı verilirdi ki, buralar "Unkapanı", "Yağ Kapanı", "Bal Kapanı" ve en önemlisi "Tuz Kapanı" gibi adlar alırlardı.
“Tuz” için en önemlisi dememiz boşuma değildi elbet. Düyunu Umumiye Osmanlı’dan olan alacaklarını alabilmek adına ilk iş, “Tuz”a el koymuş, örneğin kaya tuzunun çıkartıldığı Çankırı tuz mağarasının işletilmesi, 1882 yılından, (Atatürk Cumhuriyeti tarafından tamamen tasfiye edildiği) 1928 yılına kadar Düyunu Umumiye’nin idaresinde kalmıştır.
"Memlaha" denilen kaya tuzu üretim alanlarıyla, "Tuzla" denilen deniz ya da göl tuzları üretim ve ticaret alanları 1930 yılından itibaren "inhisar" (Tekel) idaresine devredilmiş ve bu değerli gıda maddesi (Turgut Özal dönemindeki özelleştirme furyasına kadar) devlet tarafından işletilir olmuştur.
* * *
Eskiler, dostluğun değerini tuzla ölçer, birbirleriyle çok içli-dışlı olan ailelere "akraba mısınız?" diye sorulduğunda "Akraba değiliz ama tuz ekmek dostuyuz." diyerek, tuzun en az ekmek kadar değerli olduğunu vurgularlardı.
Çocukluğumda ensemde çıkan bir yaraya babaannem "Üç günlük" teşhisi koymuş, "Adayı’nın Fatma bunun ocağı, o eve git, sana okuyuversin" diye, tarif ettiği eve göndermişti.
Beni, evin taş merdivenlerine oturtan Fatma teyze içeriden getirdiği kocaman tuz kabının içinden çıkarttığı ufacık kurşun kalemi tuza batırıp batırıp, yaramın üzerinde gezdirmiş, okuduğu duaları içinde tükürükler de olan üflemelerle yüzüme yüzüme göndermişti.
Ensemdeki yara, zamanın vazgeçilmez merhemi "dermojen" yüzünden mi, Fatma teyzenin dualarının yüzü suyu hürmetine mi iyileşti bilemiyorum ama "güğlek" denilen o yuvarlak ahşap kap içindeki tuzu hiçbir zaman unutamadım.
Anadolu insanı tuzu sadece aşına ekmeğine katmıyor, yaralarının iyileşmesi için bile ondan medet umuyordu.
"Yağ kokarsa tuzlarsın da, tuz kokarsa bir şey yapamazsın" diye asaletin ölçüsünü belirlerken, hali vakti yerinde olanlara "Tuzu Kuru" diyordu.
Ben de sizlere, "TUZ" uzunuz hep KURU, sevgileriniz "TUZ" kadar değerli, ağzınızın tadı- "TUZ"u her daim yerinde olsun diyor, saygılarımı sunuyorum.
(*) Ankara Gezginler Gurubunun çıkarttığı "Bir Dünya Lezzet" adlı kitapta yayınlanan yazımdır.