Artık gelmişti o gün. 16 Mart’tan beri kendimi kapattığım tapınağımdan çıkacak, sonbaharın, son günlerinde kendimi yollara vuracaktım.
İlk iş benimle beraber inzivaya çekilmiş olan Sarıkız’ı uyandırmak, çıkacağımız bu uzun yolculuğa hazırlanması için gerekli kontrol ve tedavilerini yaptırmaktı ki, bir kaç gün önce, Şaşmaz Sanayi Sitesindeki doktoru(!), Hacı’nın becerikli ellerine teslim edip, yine Hacı’nın insafsız faturasını ödeyerek o işi halletmiştim.
Uyandığımda gün ışımamıştı. Yastığımın altından alarak baktığım telefonun saati de 03.30’u gösteriyordu.
“Daha çok erken, biraz daha uyuyayım” diye düşünsem de, ne uyuyabiliyor, ne de yol heyecanından kurtulabiliyordum.
Duşumu alıp geldiğimde saat ancak 04.00 olmuştu.
* * *
Çadırım, uyku tulumum, şişme yatağımla pompası, içinde mayodan kışlık kabana kadar, her mevsime uygun giysilerimin olduğu iki çantam, dağ bayır yürüyüşlerinde giyeceğim botlarım, sabahları deniz kenarında yapacağım yürüyüşlere uygun beyaz ayakkabım ve sahilde giyeceğim terliklerin yanında (olur da bir yerlere misafir edilirsem giyerim diye düşünerek aldığım) makosenlerimin içinde olduğu poşeti de akşamdan koymuştum Sarıkız’ın arka döşemesine.
Sırt çantamı son kez kontrol ettim. Bilgisayarım, telefonumun şarj aleti, (içinde bengay, talcit, yara bandı, tırnak makası, ventilli N95 maskelerim, diş fırçası ve diş macunun bulunduğu) küçük ecza çantam da, sırt çantamın içindeydi.
Yanıma alıp almamakta epeydir karar veremediğim Fuji fotoğraf makinemi de sıkıştırdım çantaya.
Doğalgaz ve su vanalarını kapattım. Buzdolabının içini kontrol ettim. Peynirleri, zeytinleri, kalan iki domatesle birkaç patates ve soğanı dün öğleden sonra komşuya verdiğim için, içinde birkaç şişe maden suyundan başka bir şey yoktu.
Dondurucu bölümündeki birkaç parça gıda, bozulsa da üzmezdi beni.
Pencereleri tek tek elden geçirdim. Hepsi kapalıydı. Televizyonun fişini çektim. Tuvaletin havalandırma penceresini açtım sonuna kadar.
Son dakikada yanıma almaya karar verdiğim eşofmanlarımı içine koyduğum torbayı elime, sırt çantamı omzuma alıp, sıkı sıkı kilitledim evin kapısını.
Sessizce açmaya özen göstersem de gıcırdama huyundan vazgeçmeyen apartman kapısından çıktığımda, Ankara gecelerinin Ekim ayı klasiklerinden olan buz gibi havası karşıladı beni.
* * *
Sarıkız, şahlanmaya hazır at gibi duruyordu önümde. Saygıyla kapısını açıp, arka koltuktaki boşluklara kibarca yerleştirdim elimdeki çantaları...
Her an ağrımaya hazır belime, yastıkları iyice yerleştirip, oturma düzenimi sağlama alınca çevirdim kontağını. Hiç naz etmeden, hırıltı gürültü çıkartmadan büyük bir şevkle çalıştı.
Işıklarını yakıp önümü pırıl pırıl aydınlattığını görünce “Yürü ya Sarıkız” dedim.
Abalayarak değil, sanki koşarak çıkıyorduk Keçiören sırtlarından, Ufuktepe’den çevre yoluna. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki, o tabelalar çıktı önümüze.
Kimi İstanbul diyordu, kimi Eskişehir. Kimi Konya diyordu, kimi Samsun.
Durdu Sarıkız. Bir bana baktı, bir tabelalara. Ben de boş durmadım elbet. Bir Sarıkız’a baktım, bir tabelalara.
* * *
Çoraptan tırnak makasına, dondan kabana kadar her şeyi akıl etmiştim de nereye gideceğimi/zi kararlaştırmadan çıkmıştım yola.
Gözüm tabelalarda olsa da, gönlüm bir Amasra/Çakraz’a gidiyor, bir Seferihisar, Sığacık taraflarını geziniyordu.
Amasra/Çakraz derken tam da mevsimi olan palamutları düşünüyor, Seferihisar/Sığacık derken Ege’nin hala soğumamış denizini hayal ediyordum.
* * *
Ben mi öyle istedim, Sarıkız mı verdi son kararı? Bilmiyorum. Evet Sivrihisar yol kavşağındaydık ve önümüzdeki tabelaların bir bölümü, Eskişehir, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, bir bölümü ise Afyonkarahisar, Antalya, Denizli, Burdur, İzmir, Muğla, Aydın… Falan falan diyorlardı.
“Eeee” dedim Sarıkız’a. “Madem bu yolu sen seçtin, bundan sonrasını da sen belirle”
* * *
Sola dönüp, Afyon yönüne gitmeyi tercih etti. Tıngır mıngır gidiyorduk ama sanki bir huzursuzluğu vardı Sarıkız’ın.
Çok geçmeden anladım, eğri eğri bakıp, sık sık göz kırpmasının nedenini.
Hanımefendinin gazı azalmıştı. Hoş benimde karnım guruldamaya başlamıştı.
Onun gazını dolduran pompacının da, parayı alan kasiyer kızın da ağızlarında, değil ventilli N95, 50 tanesi 25 liraya sokakta satılan uyduruk maskelerden dahi yoktu. Olmadığı gibi benim ağzımla burnumu örten maskeme ilginç ilginç bakıyorlar, uzaydan gelmişim gibi davranıyorlardı.
Aldırmadan restoran bölümüne girdim. Yine maskesiz hizmet veren garsondan (aramdaki sosyal mesafeye elimden geldiğince dikkat ederek) istediğim mercimek çorbasıyla karnımı doyurunca yeniden, koyulduk yola.
* * *
Yol boyu sıralanmış şekercilerle sucuk satıcılarını geride bırakarak Afyon’u çıkıyorduk ki, yine tabelalar karşıladı bizi.
Bu kez inisiyatifi Sarıkız’a bırakmadan “Batıya” dedim. Allah var ikiletmeden döndü Denizli yönüne.
Sağa sola haber vermeden Denizli’yi geçelim derken, o yine göz kırpmaya, karnım da guruldamaya başlamıştı. İlk istasyondan onun gaz sıkıntısını gidersek de, benim gönlümün çektiği Denizli kebabını yemek için şehir içine girmem gerekiyordu.
Açlık denilen duygu engel tanımayınca kendimi Denizli’nin ünlü kebapçısının küçük dükkânında buldum.
Sarıkız’ın deposu dolmuş, benim karnım doymuş bir şekilde Denizli’den çıkıyorduk ki, yine tabelalar dikildi önümüze. Kimi İzmir diyordu, kimi Muğla.
Hiç düşünmeden ve ödün vermez bir ses tonuyla “Muğla” dedim.
* * *
Dileğim olmuştu işte. Ayaklarımızın altındaki Gökova Körfezini seyrederek Sakar’dan aşağı süzülüyorduk. Karşıdan gelenlerin, arkadan gelip geçenlerin sevimli selamlarına karşılık veriyor, gelip geçen arabaların içindeki çocukların el sallamalarına mutlulukla selektörler yapıyorduk.
Kafamdan yaptığım programa göre, önce Akyaka’ya uğrayacak, Azmak Deresinin kenarında çay içecek sonra da, Marmaris’e uğramadan ya doğrudan Datça’ya ya da Selimiye üstünden Bozburun’a gidecektim.
Ama neredeyse 13 saattir yollardaydım ve hem Sarıkız hem de ben yorulmuştuk.
Akyaka’ya girmeden önceki son seyir yerine yanaşıp, Sarıkız’ın burnunu, benim gözlerimi Gökova Körfezi’ne çevirdik.
Körfezdeki yeşille mavinin uyumunu izlerken, biraz sonra kenarından geçeceğim Okiloptus ağaçlarına bakıyor, bir zamanlar bunların arasından geçen dar yolu, o yoldan geçtiğim, gençlik yıllarını düşünüyordum ki, uyuyakalmışım.
* * *
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Çok yakınımda olduğunu tahmin ettiğim bir aracın motorundan çıkan gürültüyle uyanmıştım ama gözlerimi açıp bakamayacak kadar uykuluydum hala.
Nasıl olsa birazdan ya gider, ya susar diye duymazdan gelip uyumaya devam etmek istiyordum ama adamın ne gittiği ne de aracının sesini susturduğu vardı.
Çaresiz açtım gözlerimi. Dışarıdaki hava yeni yeni kararıyordu.
* * *
Kalktım. Sağıma soluma bakındım. Geceden açık kalmış pencerenin yanına gidince, gördüm komşumu. Apartmanın parkındaki arabasını çalıştırmış, birilerinin gelmesini bekliyordu.
Dışarıda karardığını sandığım hava aslında kararmıyor, ağarıyor, Ankara yeni bir güne başlıyordu.
Kafamı uzatıp Sarıkız’ın dokuz aydır durduğu bölüme baktım. Yoktu.
“Yapacak bir şey yok, senin yeni normalin de bu işte. Sarıkız’ı düşlerinde görmeye alışacaksın” deyip, hırsla kapattım perdeyi.