Kıvanç Tatlıtuğ sessizliğini Elle dergisi için bozdu

Kıvanç Tatlıtuğ, uzun zamandan sonra verdiği röportajında çok çarpıcı açıklamalarda bulundu

ELLE Türkiye, ilk kez bir erkeği, tek başına kapağı için fotoğrafladı. Derginin mart sayısının kapağını Kıvanç Tatlıtuğ süsledi. İstanbul’da İtalyan moda fotoğrafçısı Riccardo Tinelli’nin objektifine poz veren Tatlıtuğ, çekimin ardından hakkında merak edilenleri anlattı.

Size ilk oyunculuk teklif edildiğinde, üstelik de başrol, yan rolde ısrar etmişsiniz. Neden? 
Bir yaştan sonra kendi paramı kazanmayı ve sorumluluk almayı istedim. Hayat modelliğe itti, ama o işi çok sevmedim. Kendimi tam ifade edebileceğim alan o değildi. Aklımda oyunculuk da yoktu gerçekten. İrfan Şahin bana “Senin oyuncu olmanı istiyoruz” dedi. "Gümüş diye bir dizi var, senaryosunu oku. Beğenirsen..." demeye kalmadı, ben "Bir dakika, ben hiç oyunculuk yapmadım ki!" diye itiraz ettim. "Benim başarılı olabileceğime inanıyor musunuz? Belki iki bölüm sonra dizi yayından kalkacak veya bana ‘Sen ne kadar yeteneksiz bir adamsın’ diyeceksiniz" diye devam ettim, ama bana inandığını, bende o ışığı gördüğünü söyleyip iki rol önerdi: Mehmet’i ve Mehmet’in kuzenini. “Bunlardan hangisini oynamak istersin? Biri başrol, diğeri de yan rol” dedi.
 
Sonra ne oldu?   
Senaryoya bakıp birkaç gün sonra fikrimi söylememi istedi. Eve gittim, senaryoyu okuyorum. Sayfaları çevirdim, çevirdim; hep Mehmet, Mehmet, Mehmet... Mehmet’in çok sahnesi var. Kendi kendime “Ben bunu nasıl yapacağım! Bir de şu kuzen Berk karakterine bakayım” dedim. Onun iki bölüm içerisinde maksimum 10 sahnesi vardı. “İşte bunu yaparım” diye düşündüm; ufak bir rolle başlayıp dizideki tecrübeli insanlardan da işi öğrenirim... İrfan Şahin’e gidip “Ben Berk karakterini çok beğendim, onu oynamak istiyorum” dedim. “Yok yok, sen Mehmet’i oynayacaksın” dedi. Ben yine Berk diye ısrar ettim. Berk-Mehmet, Berk-Mehmet derken, İrfan Bey bana “Pek çok insan şu anda senin yerinde olmak ister. Bu teklifi alanların yüzde 99’u hemen başrolü isterdi. İşte bu yüzden başrolü sen oynamalısın” dedi. İlk sahnemi hiçbir zaman unutamam, çok heyecanlanmıştım.
 
O heyecan ne zaman yatıştı?
O heyecan hâlâ var, hiç bitmedi.
 
ANLATACAK HİÇBİR ŞEYİM YOK
“Kelebeğin Rüyası”nı henüz (bu röportaj yapılırken) izlemedik, ancak “Kuzey Güney”deki performansınız için herkes, büyük ustalar bile yıldızlaştığınızı söylüyor. Arada bizim bilmediğimiz ne oldu da oyunculuğunuz bu kadar gelişti?
Olgunlaştım. Birisi beynimin içerisine oyunculuğun hammaddesini koymadığına göre... İlk diziden son çalışmama kadarki süreçte dokuz yıl geçti. Gayet basit şeylerle mutlu olan bir insanım. Kendimi anlatmaktan nefret ediyorum, çünkü bence kendimi anlatacak hiçbir şeyim yok. Çalışmaktan mutlu olan, çalışmalardan kafasını kaldırmayan, onun dışındaki zamanları ailesiyle, sevdiği dostlarıyla birlikte evde geçirmeye çalışan bir insanım. Köpeğim var. Hatta köpeğim için “Bir tane evladım var” diyorum, adı Pars.
 
Bir sıkıntınız ya da güzel bir şey olduğunda bunu kiminle paylaşırsınız?
Ailemdeki herkesle her şeyimi paylaşırım. Annem, babam, kardeşlerim, hepsiyle çok tatlı, sıcak ve samimi bir ilişkim var. Birbirimizle bir gün telefonda konuşmazsak huzursuz oluruz. Kardeşlerimin hepsi evli; hem amcayım, hem de dayı oldum...
 
Kalabalık bir ailede büyümenin en büyük artısı ne?
Dünyadaki en büyük zenginlik insanın ailesi. İyi ki çok çocuklu bir ailede büyümüşüm. Ben de bir gün evlenirsem herhalde birkaç çocuk yapmak isterim. Tek çocuk olan çok arkadaşım var. Ne zaman bize gelseler dünyanın en mutlu insanları olurlardı. Evdeki durum şu: Her odadan bir ses çıkıyor. Gülüşmeler, hoş sohbet, tartışma, hepsi var. Evin her santimetrekaresi yaşıyor. Bende kız kardeş var, ağabey var, abla var... Kardeşlerimi gece arasam veya kapılarını çalsam, “Niye geldin, şu anda uyuyoruz” demezler.
 
Başarı, şöhret, herkesin ilgisi, bulunduğunuz nokta, nasıl oldu da sizi hiç şımartmadı?
Yetiştirilme tarzıyla ilgili. Rol aldığım sinema filmini izlediğimizde tatmin olursak, “Vay be, güzel iş yapmışız” diyebiliyorsak; benim için en büyük servet bu. Çocukluğumdan beri azla yetinen, parayla pulla kandırılamayacak bir tipim. Bir şeyi seviyorsam çocuk gibi onun peşinden giderim. Sorgu sual yok. Ucunda ne olursa olsun, sadece sevmem yeterli. İnsanın böyle hissetmesi, yaşamış olduğu en küçük sosyal çevrede başlıyor; yani ailede. Bazen hâlâ bulunduğum yere, insanların hakkımda söylediklerine inanamıyorum. Çünkü bunların hiçbirini hayal etmemiştim.
 
 
TELEFONU, BİLGİSAYARI İCAT EDENLERİN
KULAKLARINI ÇINLATIYORUM  
“Kelebeğin Rüyası”nı da konuşalım...
Müthiş bir kadro... Mert Fırat, Belçim Bilgin, Farah Zeynep Abdullah, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, herkes, tüm ekip harikaydı... Yılmaz Erdoğan bize böyle müthiş bir senaryoyu armağan etti; hem yazdı, hem yönetti hem de oynadı. Mert Fırat’ın bu kadar egosuz, pozitif, güler yüzlü bir insan olması beni çok motive etti. Filmi çekerken bütün Zonguldak, orada yaşayan herkes, hatta bitkiler, hayvanlar, kuşlar, kelebekler, böcekler, yunus balıkları, tümü adeta bize yardım etti. Hepsine binlerce teşekkürler. Kameranın arkasında o kadar büyülü şeyler yaşadık ki... Yani bizim filmimiz olmaktan çıktı, onu doğa da, insanlar da sahiplendi. Ben senelerce sinema filmi çekmedim...
 
Neyi beklediniz?
Kimse yanlış anlamasın, teklifler geldi tabii ki. Fakat dizi çekerken kendimi yüzde yüz filme veremezdim. Ama bu hikâyeyi çok sevdim. Yılmaz Erdoğan’a bunun için teşekkür ediyorum. Edebiyatı takip eden, az çok şiir okuyan, bir dönem amatörce de olsa şiir yazmış bir insanım. Yine de Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu, bence dünya çapında bu iki şairi bugüne kadar tanımadığım için birazcık utanç duyuyorum; film sayesinde tanıdığım için çok mutluyum. Hayatları gerçekten birer ders. Bu kadar yoklukta, teknolojinin, telefonun olmadığı dönemde bu insanlar nasıl bu kadar mutlu olabilmişler?
 
Teknolojiyi sevmiyor musunuz?
Gerçekten cep telefonundan, bilgisayardan hiç haz etmeyen bir insanım; sadece mahremiyetimi bozduklarına inanıyorum. Elektronik aletten başka bir şey değiller. Bunları icat eden insanların kulaklarını çok çınlatıyorum.
 
Bu teknolojinin olmadığı bir dönemde yaşamayı ister miydiniz?
Hâlâ mektupların yazıldığı bir dönemi istiyorum. Hem de yoğun bir şekilde... Geçmişte birçok mektup yazdım, birçok mektup aldım. Neyse ki ajansıma hâlâ dünyanın her yerinden adıma mektuplar geliyor. Mümkün olduğu kadarını okuyor, bazılarına cevap yazıyorum. En büyük dileğim, dizi bittikten sonra cep telefonunu kapatıp fırlatmak ve kimsenin bana ulaşamayacağı bir yere tatile gitmek.
 
EN BÜYÜK SERVETİM, SEZGİLERİM
Söylemesi kolay da telefonu gerçekten kapatabilecek misiniz? Bunu zaman zaman hepimiz hayal ediyor, ama yapamıyoruz...
Ben hayal ettiğimi yapabildiğim için mutluyum.
 
Sezgilerinize güveniyor musunuz?
Hem de çok! Herhalde en büyük servetim bu. Bir Akrep erkeğiyim. Burçlarla ilgilenen bir adam değilim ama kulaktan dolma, gazete köşelerinden öğrendiğim kadarıyla tam benlik olan, beni anlatan bir özelliğim var: Akrep burcunun sezgileri çok kuvvetlidir. Ben aynen şöyleyim: Hani Örümcek Adam bir tehlike sezdiğinde etrafı komple kararır ya... Sıkıntılı bir ortamı, sevmediğim bir insanın varlığını, bir sorun çıkacağını hissedersem benim de etrafım aynen öyle karanlık oluyor; böyle bir durumu hissediyorum. Ve bir insanın gözlerine bakarken de çok şey anlıyorum.
 
Konuşmayı çok sevmediğinizi gizlemiyorsunuz. Bunun sebebi nedir?
Bugün çok bile konuştum. Normalde gerçekten konuşmam. Konuşacak bir şeyim yok. Konuşmak yerine yeteri kadar çok şey yapıyorum. İnsanlar tarafından dönem dönem çok yanlış algılanmış olabilirim.
 
SANKİ ÜÇ TANE ELİM VAR, BAŞKA DİYARLARDAN GELMİŞİM!
Sessiz kalışınız mı yanlış algılanmış olabilir?
Tabii. Bu işe başladığımdan beri, ne olursam olayım, ben hep aynı çekingen adamım... İnsanlar da bana bu hiç sevmediğim popülerlik yüzünden çekimser yaklaşabiliyorlar; beni başka bir yere koyabiliyorlar. Sanki üç tane elim varmış, başka diyarlardan gelmişim gibi... Yok efendim, ben de işim bitince evime gidiyorum. Ama yapmak istediklerimi yapabilecek kadar özgürüm. Hayatım boyunca da ailem dışında kimseye hesap vermedim, vermem.
 
Gerçekten istediğiniz kadar özgür olabiliyor musunuz? Herkes sizi tanıyor, ilgi gösteriyor; bu çekim sırasında da herkes sizinle fotoğraf çektirdi.
Başlarda bunun sıkıntısını yaşadım. Ben de gökten zembille, bu olgunlukta, bir tek kanatları eksik bir adam olarak inmedim. Çok çatıştığım, nefret ettiğim, gerçekten bunun değişmesi gerekiyor dediğim taraflarım oldu. Çabucak sıkılan, sıkıldığı yerde bir dakika bile durmayan; okul yıllarından beri emir altına girmeyen bir insanım. Sekiz-dokuz senelik bir süreçten bahsediyoruz artık şimdi. Ve bu süreç içerisinde ne kadar çok canım yandı desem sizi inandıramam. Ama bir süre hep mükemmeli oynamaya çalışıyorsun. Ve hep “dört dörtlük insan, insan gibi insan” laflarıyla büyüdüğün, kafana o kadar işlendiği için hayatını böyle götürmeye çalışıyorsun. Dışarıdan nasıl görünüyorum bilmiyorum ama ben popüler kültüre alışkın bir insan değilim. Ancak empati kurabiliyorum. Yanıma gelip de fotoğraf çektirmek isteyen tek bir insanı bile kırmış değilim. Çünkü o kişiyle belki bir daha hiç karşılaşmayacağız. O insan bana değer veriyor, bir daha böyle bir fırsatı olmayabilir. Biliyor musunuz, üç-dört sene öncesine kadar bu istekler beni gerçekten kızdırıyordu. Arkadaşımla sohbet ederken hiç tanımadığım biri gelip fotoğraf çektirmek istiyor, benim özel olarak paylaşmış olduğum bir zamanı bölüyordu. Gerçi o fotoğrafı yine de çektiriyordum ama içimden kızıyordum. Sonra baktım ki kendime kızmamın bir faydası yok. O insanlara da hak veriyorum; ben de olsam, ben de fotoğraf çektirmek isterdim.
 
Çevrenizdekileri ne kadar kolay güldürüyorsunuz. Bu çekim sayesinde hiç bilmediğimiz o esprili yanınızı keşfettik. Komedide oynamayı ister misiniz?
Bu özelliğimi sadece yakın olduğum insanlara gösteriyorum. Özellik de değil; kimyamda bu var. Zaten ne kadar saklasan da bir gün böyle ortaya çıkıyor. Yakın çevrem hep “Mutlaka komedi yapmalısın” diyor. Durum komedisi yapmayı gerçekten çok istiyorum. Bakarsınız, bir tane yaparım.
 
Bir gün kamera arkasına da geçmeyi düşünür müsünüz?
Kamera arkası çok cazip geliyor. Oyuncuyum ama “mutfaktaki” her şeyi merak ederim. Ben görüntü yönetmenimin dışarıda kullanmış olduğu diyaframı bilmek isterim. Gidip mutlaka soru sorarım. Işık ekibindeki arkadaşlarımla konuşurum. Bu planla neyi anlatmak istiyorsun? Anlatım dili nedir? Montajı çok merak ederim. İşin kamera arkası beni çok heyecanlandırıyor. Mümkün olduğu kadar çok bilgiye hakim olabilirsem, kimseyi fazla yormadan, oyuncu olarak beklentilerini en yüksek seviyede karşılayabilirim diye düşünüyorum. Bunu yapmaya çalışıyorum. Oyuncuysam kamerayı “tanımalıyım”. Böyle şeylere önem veriyorum. Sadece sete gidip, sahnemi çekip çıkıp gideyim diye düşünmüyorum.
 
Sinemayla ilgili başka projeleriniz var mı?
Sinemayla ilgili tabii ki çok güzel hayallerim ve isteklerim var. Aşağı yukarı iki yıldır gerçek hikâyeler üzerine üç tane senaryo yazdım. Bir tanesi tam bitmemiş durumda. İleride imkanım olursa bunların filmini çekmek isterim.
 
Sizi bir insandan ne uzaklaştırır, ne soğutur?
Yalan.
 
Bunu o yalanı söyleyen insana söyler misiniz?
Değer verdiğim insanlarla bir sorunum olursa, mutlaka konuşurum. Arkadaşım, dostum, hayatıma giren kim varsa, yalan üzerine bir iletişim, ilişki kurmak istemem. Karşımdaki insana “Bana açık açık her şeyi söyleyebilirsin” derim. Çünkü yalan duyduğum zaman artık orada kalamıyorum, bir daha o insana aynı samimiyetle yaklaşamıyorum.
 
KOCA KOCA TOPUKLU AYAKKABI GİYMEYEN KADINLARI BEĞENİYORUM
Bir kadında en çok neyi beğenir, neyi takdir edersiniz?
Makyaj yapmayan, çok sade, mümkünse koca koca topuklu ayakkabılar giymeyen, doğal, kendi gibi olan, her gün saçı başı yapılmış, sabahın sekizinde kuaförden çıkmış gibi görünmeyen kadınları beğeniyorum. Erkeğin de, kadının da kendisiyle çok uğraşması hoş gelmiyor. Yoksa herkese saygım var. Ama bu benim kendi görüşüm. Yok denecek kadar az makyaj, doğal bir yüz, sadelik bana samimi ve güzel gelir.
 
Başka nelerden hoşlanmazsınız?
Marka takıntısı bana garip ve hatta komik geliyor. Birisinin üstünde öyle baştan aşağı marka gördüğüm zaman bir tereddüde düşüyorum. Özellikle Avrupa’daki ikinci el dükkanlardan kıyafetler almayı seviyorum. Ayakkabıyı ikinci el almam ama eskitilmişini çok seviyorum. Ayakkabı ve deri ceket takıntım var. Bir insanın üzerindeki kıyafet marka veya çok pahalı olmak zorunda değil; onun değerini sen kendin verirsin. O senin üstünde olduğu için değerlidir.
 
EVLİLİK SİPARİŞ ÜZERİNE GELMEZ
Mutlu olmanız için hayatınızda mutlaka birisi, aşk olması şart mı?
Ben zaten çevremde sevdiğim insanların varlığından mutlu oluyorum. Mutlu olmam için sevdiğim insanların, dostlarımın ve ailemin yanımda olması yeterli. Eve gidince Pars’ın hasta veya keyifsiz olduğunu görürsem mutsuz olurum. Hayatımda mesai harcamış olduğum şeylerden uzak kalırsam, bu beni mutsuz eder. Ama yalnızlığına da son derece düşkün biriyim.
 
Medya sizi evlendirmeye çok meraklı. Aileniz, anneniz size bu konuda yorumlar yapıyor mu?
Ailem, annem-babam bu konuda da son derece saygılı insanlar. Böyle bir yaptırımları yok; ancak böyle bir beklentileri olabilir. Bunu da müthiş bir hassasiyet içerisinde dile bile getirmezler. Hiç böyle bir konuşmamız olmadı. Ancak evlenmemi, yuva kurmamı, çocuk sahibi olmamı tabii ki çok isterler. İnşallah bir gün o da olur. Bu işler pazardan iki kilo domates almaya benzemez, sipariş üzerine gelmez. Hepimiz kaderimizde ne varsa onu yaşayacağız.
 
Kader-kısmete inanır mısınız?
Yanılmıyorsam vücudumuzun dörtte üçü su. Bir örnek vereyim: Yüzme bilmeyen bir insanın denizden korkması onu sadece suyun dibine iter, batırır. Yani yüzme bilmeyen bir insan, sadece deniz fotoğrafından korkup kendini batıracağı bilinciyle suya girdiği için batar. Sen ne kadar çırpınırsan, o kadar batarsın. Çırpınmayıp hayatı akışına bırakacaksın. Çırpınıp illa bir taraflara gitmeye çalışırsan, seni “dalga” alır, bir o yana, bir bu yana vurur, ağzın burnun paramparça olur. Kendini serbest bıraktığın zaman gideceğin yere çok daha rahat gidersin. Her zaman buna inandım.
 
Bunu hep biliyor muydunuz?
Hayır tabii ki, nasıl bileyim? Ben de şu ana kadarki çırpınışlarımdan sonra öğrendim bunları. Baktım ki her yere çarpıyorum, kolum morarıyor, şişiyor, zarar görüyorum. Nehir çok azgın... Oysa gideceğin adres belli, sakin ol, üç durak sonra oradasın. Bir kuvvet seni zaten o yere götürüyor.
 
DÜNYA HOLLYWOOD’DAN İBARET DEĞİL  
Sizin için “yurt dışına açılmalı, Hollywood’da çok başarılı olur” diyen çok.
 
Bununla ilgili planlarınız var mı?
Ben dünyanın Hollywood’dan ibaret olmadığına inanıyorum. Çok güzel işler yapan birçok Avrupalı yönetmen var. Ben de bu Avrupalı yönetmenlerle çalışmak istiyorum. Hollywood size çok büyük geliyor ama ben şu anda bulunduğum yerden mutluyum. Hollywood’dan bir teklif gelmiş. Eee, ben o teklifi beğeniyor muyum? Bana ne katacak? Beğenmezsem oynamam. Hollywood, Avrupa, Balkanlar, hiç önemli değil; bu işin tek bir dili var: Senaryo. Ve onu hayata geçirecek olan yönetmen ve de onun seçeceği oyuncular. Asıl bunları hedefe koymak lazım.
 
Çok şanslı bir insan olduğunuza inanıyor musunuz?
Evet, çok şanslı bir insanım. Hayata tutunma inancımı hiçbir şekilde kaybetmediğim için şanslıyım.
 
KUZEY’İ ÇOK SEVİYORUM
Performansınızla herkesi büyülediğiniz Kuzey hakkında neler söyleyeceksiniz? Kuzey değişik bir insan.
Değişik bir insan değil aslında. Çok maço, çok delikanlı, çok bilmem ne deniyor ya, ağlayabilecek kadar da yürekli bir erkek. Çok normal bir insan. Ben Kuzey’i çok seviyorum. Ona harcadığım mesai için çok mutluyum. Onu hâlâ anlamaya çalışıyorum.
 
Kıvanç Tatlıtuğ’un, Doha Tribeca Film Festivali’nde efsane yönetmen Martin Scorsese’yle çok keyifli bir anısı var, onu anlatıyor: “Martin Scorsese festivalin onur konuğu olarak geldi. Kendisiyle ayaküstü konuşma fırsatım oldu. Hayatımda gördüğüm en mütevazı insan. Dünya çapında bir yönetmen, çektiği filmler, vizyonu zaten tartışılmaz. Sorularıma vermiş olduğu cevaplarla şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşadım. Kendisine üç soru sordum. Birincisi, Türkiye ve hikâyelerimiz hakkında ne biliyorsunuz? İkincisi, bildiğiniz, izlediğiniz Türk yönetmen ve oyuncular var mı? Üçüncüsü biraz daha özeldi, onu kendime saklıyorum. Scorsese, Türkiye’yi çok merak ettiğini, bildiğini; oyuncular hakkında çok fazla bilgisi olmadığını söyledi, fakat Metin Erksan ve Susuz Yaz filminden bahsetti. Bir usta ve unutulmaz bir film. Fatih Akın’ı da bildiğini söyledi. Bir Türk olarak bunu duyunca gururlanmamak mümkün değil. Kendisine hiç senaryo gelip gelmediğini sorduğumda ‘Şu ana kadar bir proje gelmedi’ dedi. Ben de birçok insanın merak edeceği, müthiş bir tarihimizin olduğunu kendisine anlattım. Martin Scorsese ‘Biliyorum. Yapmak istediğim en önemli şeylerden biri, bir Osmanlı hikâyesi çekmek’ cevabını verdi.”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.

Magazin Haberleri