Masanın tepesinde yanan elektrikli sobanın, sadece kafalarımızı ısıttığı, ayaklarımızın Ankara ayazına teslim olduğu bir öğleden sonra, Sakarya caddesindeki Karagöz Pastanesinde, gündemi, süresi, söz sırası olmayan, herkesin bir birinin ağzından laf kaptığı ya da herkesin sustuğu, sıradan ve programsız buluşmalarımızdan birisiydi.
Kimsemiz istemese de, masamıza kadar gelip avuç açan küçük çocuklar, karşımızdaki köşede, kucağında bebeğiyle oturan Suriyeli anne, karşı duvardaki televizyonda görünen şehit törenleri, alt yazı halinde geçen çocuk tecavüzleri gibi konulara duyarsız kalamıyor, üzüntülerimizi, kahırlarımızı, öfkemizi paylaşıp duruyorduk.
Tam “Gönlümüz, Karacaahmet mezarlığına döndü” diye düşünüp, karamsarlığa kapılacakken, şairin;
“kararması yeter ki,
sol memenin altındaki cevahir”* deyişini aklımıza getirip, umutlanıverdik.
Her karış toprağında savaşların, kavgaların, acının, kanın izleri olsa da; ovaları, dağları, dereleri ırmakları, kurdu, kuşuyla bizimdi bu güzel memleket.
Tanıtılması, paylaşılması gereken daha birçok bilinmeyeni var diye düşünürken, aklımıza geldi, “İnce Geliş” kadim* yolu.
****
“İnce Geliş” adını benim kadar sevdiğini bildiğim Timur Özkan sordu, bu yolun nereden başlayıp, nerede bittiğini.
Bu yoldan kimlerin geçtiğini, ne taşıdıklarını falan peş peşe soruyordu ama benim --İnsanların yüzlerce yıldır bu yolu kullanarak kendileri ve hayvanları için vazgeçilmez ihtiyaç olan “tuz”u taşıdıklarını, bunun için de bu yolun bir diğer adının “Tuz Yolu” olduğunu- falan söylüyor olmamı dinlemediğini, masanın üzerinde oynattığı parmaklarından anlıyordum.
Zaten çok sürmeden ağzından, “Tematik”, “Kültür”, “Rota” gibi, benim pek de bilmediğim sözcükler dökülüverdi.
“Frigya”, “Likya”, “Evliya Çelebi”, “Kaçkarlar”, “Hz. İbrahim”, “Küre Dağları”, “İstiklal Yolu” gibi isimleri peş peşe sıralayıp, “Gel bunların içine -İnce Geliş Tuz Yolu- nu da ekleyelim” dedi.
****
Tuz, İnce Geliş, atlar, eşekler.
Tuzcu Aziz, Selbesin Seyin, Tuzcu Nuri.
Cingöz, Gabaş, Eğri Ahmet, Hocahasan.
Dağlar, tepeler, taşlar, kayalar.
Koskoca Taş yakası.
Film şeridi gibi geçiverdiler gözümün önünden.
“Olmaz” diyecektim, “Bu iş olmaz Timur”
Yine o şair çıkageldi aklıma.
“gülü bahçeyi düşünmek fena,
dağları, deryaları düşünmek iyi” diye bağırdı kulağıma.
“Olur” demişim. “Bu iş olur Timur”
***
Görüşmeler, konuşmalar, öğrenmeler, araştırmalar, koşuşturmalar hızla oluverdi.
Elimizden haritalar, kulağımızdan telefonlar düşmüyor, 31 Mart 2015 günü Çankırı Tuz Mağarası önünde başlayacak programımızın eksiksiz olması için ciddi çaba harcıyorduk.
O gün geldiğinde; Kültür rotaları uzmanı Hüseyin Sarı, Tempo Turizm yetkilisi İhsan Alboğa, doğa yürüyüşleri lideri Derya Duman, doğa yürüyüşçüsü Arzu Temizsoy Duman, hemşerimiz Ruhi Ceylan, İstanbul’dan uçup gelen Muharrem Hançerli, deneyimli kameraman Cabbar Yıldız, kaptanımız Mustafa Civek, Çankırı Postası Genel Yayın Yönetmeni Ercan Şeker ve elbette Timur’la ben mağaranın önünde bir birimizle kucaklaşıyor, dört günlük maceramızın başlangıcını kutluyorduk.
Dört gün boyunca yürüyeceğimiz yol, tahmini 80 kilometre, hava mutedil, moraller bomba gibiydi.
O geceyi Çankırı SİM otelde can dost İhsan Tekin Güröz’ün misafiri olarak geçirdik.
İkinci gün Taş Mescit önünden başlattığımız yürüyüşümüzün ilk molasını verdiğimiz İçyenice köyünde bizi karşılayan köylü dostlar, Nuri Altay’ın İstanbul’dan organize ettiği ayranı ikram ettiler.
İçyenice köyünden çıkmış, eski Yenice köyü kalıntıları arasında, bir bölümümüz dinlenip, bir bölümümüz etrafı gezinirken, yanımızda duran araçtan vali yardımcısı Fatih Yılmaz, Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü şube müdürü Nusret Acar ile Turizm Dernek Başkanı Zeki Tekin’in inmeleri hoş bir sürpriz oluvermişti. Hele ellerindeki pidelerle kızılcık şerbetlerini görünce, bu yürüyüşün, her aşamasında sürprizlere hazır olmamız gerektiğini düşünmeden yapamadım.
Sarı Dağı aşarak geldiğimiz Karatekin köyü cami hocası Şahabettin Mert’in sohbetiyle soluklanırken, akşamına vardığımız Ildızım köyünde başta muhtar Mehmet Türkyılmaz olmak üzere birçok dost insan bizi bekliyordu.
İkramları olan akşam yemeğimizi yedikten sonra, bizden önceki tüm kervanların yaptığı gibi, köy odasında konakladık.
Sabah olduğunda yürüyüşümüzün üçüncü ve belki de en zor bölümüne başladık. Ildızım köyünün hemen arkasından başlayan ve 600 metreden 1600 rakıma yükselen Köroğlu dağını tırmanmak diğer arkadaşları pek etkilemiş gibi görünmese de beni çok yordu.
Ama İnce Geliş belinde zirve yapıp soluklandığımızda ne yorgunluk kalmıştı ben de ne de açlık ya da susuzluk.
Hocahasan köyü yakınlarındaki Han önü mevkiine geldiğimizde Ankara’dan çıkıp gelen Bahattin Ayhan abiyi gördüğümde sanki sabah beri yürüyen ben değilmişim gibi enerji dolmuştum.
Hanönü mevkiinde bir taraftan çadırlar kuruluyor, kameralar, fotoğraflar çekiliyor ama sürprizler de bitmiyordu.
Kucaklarında iki kocaman güveç ve yanında sayılamayacak kadar çok yiyecek içecekle, Ömer Lütfi Özenç, İbrahim Doğu, Serkan Küpeli, Günay Özenç, Sebahattin Benli, iniyorlardı arabalardan.
Kocaman ateş yakılıyor, yeniliyor, gülünüyor, yol anıları anlatılıyordu.
Buz gibi sabaha uyanan ekip, yürüyüşün son gününe başlamadan önce, güçlü bir kahvaltı yaptı çadır kentte.
Çadırlar toplanıp mıntıka temizliği yapılarak çıkıldı yola.
Bu günün rehberi Ruhi Ceylan’ın kılavuzluğunda yürüdük, Devrez vadisine. Oradan elbette Mamu’ya.
Mamu’da yine bizi bekler bulduk iflah olmaz memleket aşığı Ömer Lütfi Özenç’i. Yine eli kolu dolu gelmiş, Devrez çayının kenarında bize öğle yemeği ikram etmişti.
Yemeklerimizi de yedikten ve yeterince dinlendikten sonra koyulduk yola. Bundan sonrası kolaydı. Gelin Kayalarının önünden Manasur’a uğrayıp, İğdir ovasına döndük.
Ilıca, Yazı bahçeleri, tren yolu, geçit derken tepenin altından iniverdik Rıhtım sokağa.
İnce Geliş Konağı ve sevgili Muzaffer Coşkun’un demli çayı bizi bekliyordu.
*Kadim: Başlangıcı olmayan, ilk zamanları, öncesini kimsenin bilmediği.