Turu düzenleyen firma tanıdık, rehberimiz, firma sahibi İhsan Alboğa, gidilecek yer de Kalkan-Kaş olunca, bana düşen görev, çantamı alıp herkesten önce otobüsün arka beşlisine ilişmekti.
Firmanın her turunda olduğu gibi, neşe içinde geçen yolculuktan sonra günlük güneşlik bir öğle sonrasında indik Kaş’a.
Otel odalarımıza yerleşip, duşlarımızı aldıktan sonra akşam yemeği için üçerli beşerli guruplar halinde dışarı çıkarken, otel sahibi hanımın “yağmur yağacak, üzerinize bir şeyler alın” uyarısını ciddiye alıp, yağmurluğunu, şemsiyesini alanlar olsa da, benim gibi uyarıya uymayıp üzerindekilerle çıkanlar çoğunluktaydık.
Otelden çıkıp, elli-yüz adımlık yoldan Kaş çarşısına yaklaşmıştık ki, bardaktan, kovadan değil varillerden dökülür gibi yağan yağmurun altında kaldık. Kim nereyi bulduysa oraya sığındı.
Benimle, otobüs muavinimizin şansına da bir lokantanın bahçe kapısı düşmüştü. Yarım metrelik çatısı olan kapının altına sinmiş, tufanın geçmesini bekliyorduk ki, lokantanın mutfak kapısından bize seslenen çalışanların davetlerine uyarak seslerin geldiği yöne koştuk.
Hızla geldiğim kapıdan içeriye attığım ayağımın, ıslak zeninde kızak gibi kayarak sanayi tipi buzdolabının altındaki takoza çarpmasıyla yere yapıştım. Üzerime eğilen insanların arasında elimle ovmaya başladığım ayak bileğimin balon gibi şiştiğini hissediyordum.
Mutfak çalışanı kadınlar, ayağıma soğan ve çiğ et sararak “ilk yardım” konusundaki becerilerini ortaya koyarken dışarıda hava kararıyor, tufan devam ediyordu.
Ayağımın acısını beynimde duyarken yağmurun dineceği ve bir sağlık kuruluşuna gidebileceğim anı bekliyor, mutfak kapısından dışarıya, karanlıklar altındaki Kaş’a bakıyordum.
Yanımda içi yanan birisi daha vardı. Otobüsün üstündeki havalandırma pencerelerinden içeriye su dolup dolmadığını merak eden muavinimiz.
Yağmura aldırmadan koluma girdiği gibi sürükleyerek bir taksinin içine soktu beni. Hedef, limandaki otobüstü. O bir çırpıda gidip geldi otobüse. Pencereler kapalı araç kuruydu ve otele doğru yol alabilirdik.
Ama koşullar öyle düşünmüyordu ki, içinde bulunduğumuz taksi bir anda gölün içinde kaldı.
Ayaklarımız, belimiz derken aracın içindeki su seviyesi göğsümüze doğru çıkmaya başladığında motor da susmuştu.
İçerideki su düzeyi ile dışarıdaki seviye eşitlenince açabildiğim kapıdan kendimi dışarıya attığımda önümden gelen sel beni denize sürüklemeye çalışıyordu.
O güne kadar yaşadığım her an gözümün önünden şerit gibi geçerken çakan şimşeğin ışığında iki adım ötemdeki telefon kulübesini gördüm.
Ne yaptım, o kulübeye nasıl girdim bilmiyorum ama belime kadar gelen suyun üzerinde yüzen dolu buzullarının beni öldürmese de zatürre edeceği aklıma geliyor, bir an önce buradan nasıl kurtulabilirim diye düşünüyordum.
Biraz olsun sakinleşip yatlardan gelen çığlık seslerine kulak verirken gözlerim, karanlıktan sıyrılıp gelen sigara ışığına takıldı. Çakan şimşek aydınlığında gördüm beş on adım ötemdeki kapıya yaslanmış sigara tüttüren iki adamı. Hedefim belli olmuştu.
Ayağımın acısını, vücudumun üşüyor olmasını unutup fırladım dışarıya. Yüz metre engel koşusunun kazananı gibi daldım adamların arasına. Arkalarındaki açık kapıdan attım kendimi içeriye.
Aha, esas şimdi ölecektim.
Karanlıkta, daldığım mekanın kuru zeminine ayak basmayı beklerken, sanki ağzına kadar dolu bir havuzun içine düşmüştüm. Ne sesim çıkıyor, ne soluk alabiliyordum.
İşte tam o anda yandı ışıklar.
İçine düştüğüm yer havuz değil, masalarının boyu kadar suyla dolmuş bir lokantaydı.
En yakınımdaki masanın üzerine çıkıp oturdum.
Lokantanın diğer köşesine sinmiş beni izleyen çalışanlara, kaldığım otelin adını söyleyip nasıl gidebileceğimi sorduğumda, elleriyle “işte şurası” diye açık kapıdan gösterdikleri yere baktığımda otelin ışıklı tabelasını gördüm.
Dizime gelmeyen yağmur sularının aktığı yoldan karşıya geçip girdim otelden içeriye.
Yaşadığım bunca olayı ballandıra ballandıra anlatmayı düşünüyor, beni kahraman gibi karşılamalarını bekliyordum.
Otelin lobisinde sağa sola dağılmış yol arkadaşlarımın hepsi sarındıkları beyaz çarşaflarla antik Yunan heykelleri gibi duruyor, sevgili arkadaşım bankacı Mehmet Topçu’nun tatlı diliyle anlattıklarını kahkahalarla dinliyorlardı.
Otelden çıkarken açık bıraktığımız pencerelerden içeri giren yağmur suları valizlerimizin içindekilere kadar ıslatmış olduğundan, otel sahibi hanımın verdiği çarşaf ve havluları kendimize giysi yapmak zorunda kalmıştık.
Sabah kalktığımızda Kaş ve köylerinde yaşanan afetten dolayı 23 Nisan kutlama ve gösterilerinin ertelendiğini öğreniyor, limanına sürüklenmiş sandalye, koltuk, masa, hatta sanayi tipi buzdolaplarını kurtarmanın yollarını arayan esnafın, su yollarında yapılaşmaya izin veren belediyeyi suçlamalarını dinliyorduk.
Aksayan ayağımla dolaştığım Kaş, Kalkan, Üçağız, Kekova, Kaputaj plajı gibi muhteşem yerlerden aldığım hazzı, daha sonraki yıllarda sağlam ayağımla gezinirken alamadım.
Aradan geçen bunca yıla karşın, ne zaman bir sel afeti duysam, aklıma Kaş gelir. Artık şunu daha iyi öğrendim ki, doğa kendisinden alınanları bir gün muhakkak geri alıyor.
Ve işin ilginç yanı bunun için de hiç acele etmiyor.