Bir Dünya CEO'su

Ömer Lütfi KANBUROĞLU

Binlerce kişinin çalıştığı bir işyeri düşünün.

Çalışanlar maaş artı yemek sözü ile işe girmiş. İşe başlayanlar gayet memnun, huzurlu bir ortamda çalışıyor ve öğlen yemeği yiyip işlerine devam ediyorlar.

Zaman geçtikçe işveren çıtayı yükseltiyor, yemekhanede döner, tandır, kuzu şiş, balık filan çıkmaya başlıyor. Çalışanların ağzı kulaklarında…

Birkaç ay geçince Genel Müdür “benim işçilerim en güzeline layık” diyerek ünlü aşçılar istihdam edip dünya mutfaklarından yemekler çıkarmalarını istiyor; fettucini elfredo, fajita, paella, ravioli, tortellini, calzone, cordon bleu, sirloin steak, rozbif, bademli levrek, istakoz gibi yemekler arz-ı endam ediyor yemekhanede.

Ne güzel hizmet değil mi?

Mükemmel…

Çalışanlar memnun. Genel Müdürü omuzlarda taşıyorlar; adam kendini artık Dünya CEO’su filan zannediyor.

Gün geliyor, çalışanlar maaş çekmek için bankaya gittiklerinde bir bakıyorlar maaşın yarısından çoğu yok, “niye” diye soruyorlar, muhasebe “öğlen yediğiniz yemeğin karşılığı” diyor.

O güne kadar ücretsiz olan yemek servisi birden ücretli hale geliyor, hem de fahiş fiyatlarla.

Yemekhanedeki kazığın boyutu giderek o derece artıyor ki, aldıkları ücret artık yedikleri yemeği dahi karşılamaya yetmiyor. Çalışanlar içeriye sürekli borçlanıyorlar; bazıları biz “yemeyeceğiz, evden getireceğiz” dese de işyeri kabul etmiyor ve “yemeseniz de bu parayı ödeyeceksiniz” diyor.

İşin ilginç olanı, yüksek ücretle çalışan ve Genel Müdüre yakın yöneticiler bu yemekleri eş, dost, tanıdık ve akrabaları ile birlikte tıka basa yedikleri halde hiç yemek parası ödemiyorlar. Onların yemek masrafı da çalışanların cebinden çıkıyor.

Çalışanlar yemese dahi bedeli maaşlarından otomatik kesildiği için giderek borçlanıyor ve artık evlerine haciz geliyor. Borç dağ gibi birikiyor.

İşyeri personeli her gün işe gidiyor, çalışıyor, öğlen yemeğini dahi evden getirdiği ekmek peynirle geçiştiriyor ama borç sürekli artıyor. Aybaşında artık hiçbirinin eline tek kuruş geçmiyor. Borçlar dağ gibi; değil çocukları, torunları bile çalışarak ödeyemez hale geliyorlar.

Sonunda Genel Müdür acıdığı(!) için onlara yardım ediyor; evlerine koli içinde makarna, un, şeker, yağ, tuz gönderip açlıktan ölmelerini engelliyor, onlar da “yönetenler daha iyi yesin” diye her gün işe gidip deliler gibi çalışıyor.

Bu arada onlar çalışırken, Genel Müdür işyerinin her köşesindeki ekranlardan personele 24 saat hitap ederek “ne güzel yediklerini” anlatıyor. Çalışanlar kulaklarına pamuk filan tıkıyor ama nafile. Masaların önünde, koridorda, yemekhanede, tuvalette, lavaboda, asansörde her yerde ekran var, her yerde Genel Müdür konuşuyor; “çok güzel yiyoruz” diyor…

Bazı çalışanlar “böyle şey olur mu, bezdik artık işimizi yapamaz olduk, haksızlık bu” filan dese de bir işe yaramıyor; itiraz eden kendini kapının önünde buluyor.

Yıllar geçtikçe çalışanların emeği Genel Müdür ve yakınlarının yediklerini karşılamaya yetmediği için “Dünya CEO’su” yeni kaynak arayışına giriyor; hissedarlara çaktırmadan demirbaşları satmaya başlıyor. Ne bulursa kamyon, dozer, vinç, otomobil, masa, sandalye hepsini yok pahasına satıyor bu parayla kendine çok güzel bir yemekhane yaptırıyor, daha iyi yemek için…

Fakat şirket artık büyük borca saplandığı için hissedarlar da sinirlenip olağanüstü genel kurul istiyor, “böyle olmaz, toplanalım ve görüşelim ne olup, bitiyor bilelim”diyorlar.

Dünya CEO’su “bence de olmaz, bu böyle gitmez, bu yemekhanede yüzlerce yönetici yemek yiyor, burada sadece ben yemeliyim yoksa batacağız” diyerek bütün yetkilerin kendinde toplanması ve yemekhanenin sadece kendine hizmet etmesini istiyor.

Bu anlamsız istek hissedarlar tarafından tepki ile karşılanıyor. Kendisine “yıllardır bu işyerini istediğin gibi yönettin, canın ne isterse onu yaptın ama sonuçta işyerini batırdın, iflas ettirdin” diyerek taleplerini kabul etmeyerek yeni bir yönetim modeli ve borç batağındaki şirket için ödeme planı oluşturuyorlar.

Bunu gören Dünya CEO’su kürsüye çıkıp “bu yaptığınız şirkete hıyanettir, hepiniz hainsiniz, size her gün fettucini elfredo, fajita, paella, ravioli, tortellini, calzone, cordon bleu, sirloin steak, rozbif, bademli levrek, istakoz gibi hayatınızda görmediğiniz yemekler hazırlattım ama siz yemediniz. Bu benim suçum mu? Yeseydiniz, biraz işinizi bilseydiniz, maaşa tamah etmeseydiniz” diyerek çalışanları, hissedarları kendinden başka herkesi yemeğe fazla tuz koymakla suçlayıp kürsüden iniyor.

İniş o iniş, bir daha kendisini gören olmuyor; ama çalışanlar aradan çok uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ onun yediklerinin parasını ödemeye devam ediyor…

Gökten üç elma düşmüş, biri O’na, biri yine O’na, diğeri de tabi ki O’na.
Masal bu işte; masal…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.