İbrahim ZENCİRCİ
“İçinden Posta Treni geçen Valilik binası”
Tepelerin arasına sıkışmış şehrin ortasında, birbirine kavuşmak isteyen ama bir türlü kavuşamayan, incecik iki yılan gibi kıvrılarak süzülen çay ve demiryolu, şehrin üst başındaki bahçelerde yan yana gelmeye çalışsalar da, istasyonda ayrılmak zorunda kalıyorlardı.
Gecelerden bir gece, posta katarı bu ayrılığa bir son verdi. Yönünü şehre doğru döndü, İstasyon Caddesinde ağır ağır ilerlemeye başladı, asfalt üzerinde raylarda gidiyormuşcasına rahat, sakin ve kararlıydı. Soluna istasyonun asırlık çamlığını aldı, çayın üzerindeki İstasyon Köprüsünü geçerken mahfelin (askeri gazinonun) nöbetçisini selamladı. Benim de ilkokulum olan, Güneş İlkokulu'nu soluna aldı, gece yarısı olduğu için çocukların cıvıltısını duyamadı. İstasyon Caddesi'nde gezinen vatandaşlara ve valilik çalışanlarına duyurmak için düdüğünü üç kere çaldı:
Çuf Çuf Çuf
Park sokağının başında, Park Oteli'nin önünde durdu, önce ileriye anıta doğru, sanki birilerini şikâyet eder gibi baktı, sonra sağına döndü, yeşillikler içerisinde, “Kelemliği” Cızcız İhsan’ın Park Lokantasını gördü. İstasyon büfesine, lokantanın eksiklerini almaya gelen tanıdık çocuğu arıyor gibiydi.
Valiliğin yan kapısına yöneldi, zira protokol kapısı vatandaşa olduğu gibi, posta trenine de kapalıydı. Eli ayağı tutuyordu, ancak özürlü merdivenini kullanarak girdi vilayet binasından içeriye, güvenlik her zamanki yerinde, camekânın ardında gelip, geçene ilgisiz, gözünü bilgisayar ekranından ayırmıyordu.
Posta çuvalından kalınca bir zarf çıkardı, zarfın sol üst köşesinde, kırmızı büyük harflerle, “Kişiye Özel” yazıyordu. İlbay Paşa'ya özel, taahhütlü bir dilekçeydi bu, gelen evrak memuru zarfı teslim aldı, evrak kayıt defterine işlemeden, ucu sivri, fildişi zarf açacağı ile yırtmadan özenle açtı, kişiye özel gelen evrakı, içerisine göz ucuyla bakar bakmaz anladı; bu onun uzmanlık alanıydı, geçmiş yıllarda da defalarca açmıştı bu zarfları. İlbay Paşaya gereğini yapması için gönderilen, yolsuzluğu, hırsızlığı şikâyet eden mektupları okumayı huy edinmişti. Dilekçeyi daha rahat okuyabilmek için Valiliğin ortasındaki bahçeye çıktı, sigarasını yaktı, valiliğin ortasındaki bu bahçe, sigara tiryakisi memurların mekânıydı, kimi zaman yerler izmaritten geçilmezdi.
Peh Peh Peh!
Çaydan bir yudum, sigaradan da bir nefes çekti, dilekçede yine “deveyi havudu ile yutan” malum kişinin ismi vardı. Köpeksiz köyde değneksiz gezmeye ve devlet malı, yetim malı demeden çalmaya çırpmaya alışmış, payitahta yakın “zübükzade” efendi ağa, bu güne kadar gelen evrak memurunun bu hizmetini hiç karşılıksız bırakmamıştı. Bu sefer de aynısı oldu. Posta Katarı ile düdük çala, çala, peh, peh, peh diyerek gelen istida, sanki kuş olup uçuvermişti vilayet binasından. Arayan soran olmadı.
“Devletin malı deniz, yemeyen domuz” ilkesini şiar edinmiş “zübükzade” efendi ağanın bir kaç marifetinden sadece biriydi bu.
Tüh Tüh Tüh!
Vilayet binasının içinden Posta Treni düdüğünü öttürerek, "çuf çuf" diyerek gelmiş, geçmiş, sağır sultanlar duymuş, İlbay Paşa duymamıştı.
Ve burada anlatılanlar, olaylar, yerler ve de kişiler tamamen hayal ürünüydü, masaldı.
Meselciden, masallar dinlediniz.
Çevir kazı yanmasın, aman İlbay Paşam uyanmasın.
Gökten üç elma yerine, üç “Kara Köprü Hıyarı” düşmüş, biri “zübükzade” efendi ağaya, diğeri onu arkalayanlara, sonuncusunda her zamanki malum kişiye,
Merak edene
Deveyi havuduyla yutmak:
Eline geçen ve hakkı olmayan şeyleri kendi menfaati için kullanmak, hiç çekinmeden büyük suistimal yapmak. Herkesin gözü önünde büyük hırsızlık yapmak