Haşim Kılıç AKP'yi ve Cumhurbaşkanlığı sistemini eleştirdi
Yeni Parti kurma hazırlığındaki 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Ali Babacan’a yakınlığıyla bilinen Sivil Siyaset Hareketi isimli site, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Haşim Kılıç’la röportaj yaptı.
Abdullah Gül’ün yeni partisinde yer alacağı konuşulan Haşim Kılıç, AKP’yi ve AKP’nin getirdiği Cumhurbaşkanlığı sistemini eleştirdi. Yeni sistemi getirenlerin de şimdi kısık sesle eleştirilere başladığını ifade eden Hakim Kılıç, “İstikrarsızlığı gerekçe göstererek, sistem değişikliğinin şart olduğunu öne sürenler, ne olduğunu hala anlayamadığımız getirdikleri ‘yeni sistemin’ sorunları çözemediğini kısık sesle de olsa dile getirmeye başladılar” dedi.
Hakim Kılıç röportajı sayfalarda şöyle yer aldı:
"Sivil Siyaset Hareketi olarak ilk röportajı AYM (Anayasa Mahkemesi) Eski Başkanı Sayın Haşim Kılıç ile gerçekleştiriyoruz. Görevi boyunca en hassas kararlarda dahi hukuktan taviz vermemesi kamuoyu nezdinde büyük bir takdir ve saygı ile karşılanmıştır. AKP’nin kapatılma davasında 1 oy ile red edilmesi Sayın Haşim Kılıç’ın kararlı tutumu sonucu gerçekleştiği kamuoyu tarından bilinmektedir. Ne yazık ki yine AK Parti iktidarı tarafından yıpratılmaya çalışılmış ve siyasi bir rakip olarak muhalifler arasında gösterilmiştir. Oysa Sayın Haşim Kılıç kendisine gelen Cumhurbaşkanlığı adaylığını dahi red etmiş ve kamuoyu tarafından dostlukları nedeni ile adaylığı kabul etmediği düşünülmüştür. Bugün de adı Ali Babacan’ın liderliğindeki yeni oluşum ile anılmaktadır. Bütün bunları kendisi ile konuştuk. Bölümler halinde yayınlayacağımız bu röportajın bir çok konuyu aydınlatacağını ifade etmek istiyoruz.
Sayın Başkan; Yazılı ve görsel medyada, ısrarlara ve aracı yapılan dostlarınıza rağmen programlara katılmayı ve mülakat vermeyi kabul etmediğinizi biliyoruz. Suskunluğunuzu Sivil Siyaset Hareketi için bozdunuz. Bu nedenle size medyunu şükranız.
S.S.H. (Sivil Siyaset Hareketi): Kamuoyu tarafından yakından bilinen ve tanınan saygın bir devlet adamısınız. Öncelikle eğitim ve meslek hayatınızdan kısaca bahseder misiniz?
H.KILIÇ (Haşim KILIÇ) : İlk ve ortaokul hem eğitim hem de aile ekonomisine katkı ile geçti diyebilirim. Yaşadığım ilçede lise olmadığı için Yozgat’ta bitirdiğim lise tahsilinden sonra Eskişehir Akademisi’ne katıldığım sınav sonrasında kaydoldum. Lisans tahsilinden sonra hayata iyi bir başlangıç yapma düşüncesiyle katıldığım sınavlar sonunda 1974 yılında Sayıştay’da denetçi olarak göreve başladım. 1985 yılında Sayıştay üyesi seçilmemin ardından 5 yıl sonra, 1990 yılında, Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildim.
S.S.H. : Kamuoyu da sizi daha çok Anayasa Mahkemesi üyesi seçildikten sonra tanımaya başladı. Özellikle de dünya görüşünüzden dolayı karşılaştığınız tepkiler nedeniyle isminiz üzerinde yoğun tartışmalar yaşandı. Ayrıca tepkilerin bir kısmı, hukukçu olmadığınız halde Anayasa Mahkemesi gibi en yüksek yargı organına seçilmiş olmanızla ilgiliydi. Merhum Turgut Özal da bu nedenle çok eleştirilmişti. Geçmişe baktığınızda bu tepkiler için neler söylersiniz?
H.KILIÇ : Anayasa Mahkemesi seçim süreci çok sıkıntılı geçti. Esasen yabancısı olduğum bir kurumda görev yapmanın çok sancılı geçeceğini düşünerek, istekli gittiğimi söyleyemem. Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Bey’in yaptırdığı çok titiz araştırmadan sonra Sayıştay’ca seçilen üç kişi arasından beni tercih etmiş olması, atandığım görevin ne denli önemli olduğunu ve başarılı olmanın dışında hiçbir alternatif olmadığını seçilmem sonunda kopan gürültüden anlamış oldum. Zira duygularıma, düşüncelerime çok yabancı olduğu söylenen, sanki başkasına ait tapulu bir araziye ayak basıyordum. Hemen belirtmem gerekir ki şahsıma yapılan iftira, yalan ve haksız ithamlara üzülmedim diyemem. Ancak, beni seçmesi nedeniyle Sayın Cumhurbaşkanı Özal’a yapılan saldırıları hayatım boyunca unutmam mümkün değil.
Sayın Özal’a, hukukçu olmayan bir kişiyi AYM’ye seçmesi nedeniyle inanılmaz bir saldırı kampanyası başlatıldı. Şüphesiz kampanyanın esas nedeni bu değildi. Zira 1982 Anayasası’na göre AYM’ye üye seçilebilmek için hukukçu olmak şart değildi. Sayıştay’dan, Danıştay’dan, Üniversitelerden ve yüksek yönetici kontenjanlarından seçilecek olanlar da hukukçu olmak gibi bir zorunluluk öngörülmüyordu. Bu Anayasal gerçeği şahsıma savaş açanların bilmemesi mümkün mü? Asıl amaç, çevresinde dini inancı biraz baskın olarak tanınan birini dönemin en etkili silahları olan tarikatçı, şeriatçı ithamlarıyla linç ederek etkisiz hale getirmekti. Linç edemediler; aksine, başarılı olmam için hızımı daha da arttırdılar. Yirmi beş yıl görev yaptığım AYM serüveninin bu gerçeği onayladığını düşünüyorum.
S.S.H. : Peki, AYM’de nasıl bir ortamla karşılaştınız? Üye ve personelin size karşı olumsuz bir tavrı oldu mu? Bu tavır, hukukçu olmadığınız için mi, yoksa dünya görüşünüzle mi ilgiliydi?
H.KILIÇ : Yakınlığını hissettiğim birkaç üyemiz dışında buz gibi bir ortamla karşı karşıyaydım. Mahkeme tarihinin en genç üyesi olarak kırk yaşında seçilen birinin altmış beş yaşına kadar böyle bir iklimde nasıl görev yapacağını düşünmek bile istemiyordum. Düşünün, mahkeme raportörleri ve personeli seçilmemden ancak bir sene sonra ‘hayırlı olsun’ ziyaretime gelebildiler. Ülkemin gerçekleri hiç değişmiyor. Farklı düşünenlerin, farklı inananların, bir şekilde bedel ödeyecekleri bir ülkede yaşadığımı unutmamalıydım. Bu sebepten dolayı, yaşadıklarım hiçbir zaman umutsuzluğa dönüşmedi. Diyebilirim ki, doğru olduğuna inandığım farklılıklarımın tahmin dahi edemeyeceğim başarıları da beraberinde getirdiğine tanık oldum. İnanın yaşananlar bir mülakat konusundan daha çok kitapları dolduracak nitelikteki olayların üzüntüleriyle doludur.
S.S.H : Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla, tepkilerin bir nedeni de eşinizin başörtülü olmasıydı. Bu durum ailece sizleri çok etkilemiş olmalı, değil mi? İnancınızdan ve dini hayat ile ilgili hassasiyetinizden dolayı size yapılan bu ve benzeri haksızlıklar karşısında nasıl bir tutum takındınız?
H.KILIÇ : Eşimin başörtülü olması sadece bizim ailenin sorunu değildi. Genel olarak tüm Türkiye’de kız öğrencilerin başörtü ile üniversitelere girmeleri adeta rejim sorunu haline getirilmişti. Başörtü bir simge, bunu takanlar ise şeriatın ayak sesleri olarak anlam kazanıyordu. İleriki aşamalarda bu konuyu daha detaylı bir değerlendirmeye tabi tutabiliriz. Ancak, şunu ifade etmeden geçemeyeceğim. Devlet sistemine ait olması gereken laiklik kavramını, bireyin dini inançlarına yansıtarak eğitim hakkını gasp edenler, Cumhuriyet tarihinin “Türkçe ezandan” sonra yaşanan en fahiş hatasını yapmışlardır. Bugün yaşanan sorunların köklerini bu anlamsız yasaklarda aramak hiç de yanlış olmayacaktır. Ben olaya başından beri bir özgürlük sorunu olarak baktım. Özgürlükler mahkemesinin bir mensubu olarak da bunu savunmak benim için hiç zor olmadı. Rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Bey’e, eşimin başörtülü olduğunu, bu durumun kendisini sıkıntıya sokabileceğini atama yapılmadan önce söylediğimde, sadece başörtü sorunu değil tüm özgürlük sorunu yaşayanların haklarını savunmak üzere beni seçtiğini, tam da bunun için görevlendirdiğini söylerken yüzünde beliren kararlılığı unutmam mümkün değildi.
S.S.H. : Laikliği devlet sistemine ait olması gereken bir kavram olarak tanımladınız. Bu bağlamda, AYM üyeleri bireylerin hak ve özgürlüklerini laiklik gerekçesiyle nasıl yok sayabiliyorlardı? AYM üyeleri için öncelikli olan hukuk muydu yoksa ideolojik laiklik miydi? Veya ikisi arasında nasıl bir ilişki kuruluyordu? İdeolojik, siyasi veya inanç farklılıklarından etkilenen üyeler ile hukukun üstünlüğü nasıl tesis edilebiliyordu?
H.KILIÇ: Anayasanın 2.maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım aynı zamanda devletin kimlik bilgileridir. Anayasada bu niteliklerin yazılı olması hiçbir zaman yeterli olmamıştır. Anayasa da bu niteliklerin yazılı olmasından çok daha önemli ve kıymetli olan “uygulamanın” nasıl gerçekleştiğidir. Anayasada öngörülen bu kimlik bilgilerinin evrensel tanımlarla uyum içinde yorumlanması ve hayata geçirilmesi, farklılıkların barış içerisinde yaşamasının en temel koşuludur. İdeolojik bağnazlığın etkisiyle evrensel anlamından koparılarak bize özgü laiklik – bize özgü demokrasi veya hukuk devleti anlayışı, ülkemizi medeni dünyanın kenar mahallesi yapmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Nitekim geriye doğru baktığımızda laiklik kavramı ideolojik duyarlılık, endişe ve vehim dolu yorumlarla evrensel anlamının dışına çıkarılarak devleti toplumun dini ile savaşan bir konuma sürüklemiştir. Öyle ki, kalp sınırlarından dışarı taşan din duygusu, rejim için en büyük potansiyel tehlike olarak değerlendiriliyordu. Cumhuriyetin gerçek sahibi olduğunu iddia eden vesayet odakları, devleti laikleştirmek yerine ‘toplumu laikleştirmek’ gibi can yakıcı bir hatanın içine düştü. Toplumun dini nasıl anlayacağı ve ne şekilde yaşayacağı devletin genelgeleriyle şekilleniyordu. “İçinden inanan” bir birey bunu dışarı çıkarmadığı sürece devletin en güvenilir vatandaşı oldu. İnanç ve ifade özgürlüğü ile savaşan hiçbir devlet vatandaşını mutlu edemez. Bugün de “içinden düşün”, sakın açığa vurma anlayışını sergileyen devletimizin özgürlüklerle başı beladadır. Oysa hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, bunları koruyan, güçlendiren, geliştiren, yargı denetimine açık bir organizasyon olarak tanımlanmaktadır. Günün sonunda dürüst yorum ilkesini göz ardı eden karar vericiler, yaptıkları laiklik ve hukuk devleti yorumları ve uygulamaları ile devletin niteliklerini evrensel anlayışla buluşturamamıştır.
S.S.H. : Mahkeme, verdiği kararlar dolayısıyla bir dönem demokratikleşmenin ve liberalleşmenin önünde engel olarak görülüyordu. Özellikle özelleştirmeler, siyasi parti kapatmalar, başörtüsü yasakları gibi kararlarıyla bir vesayet organı olarak algılanıyordu. Bu tür değerlendirmeler karşısındaki görüşünüz nedir? Siz, bu ve benzeri kararlarda nasıl bir tavır takındınız?
H.KILIÇ: Özelleştirme, parti kapatma ve başörtüsü hakkında verilen Anayasa Mahkemesi kararlarının değerlendirmesi şeklinde özetleyebileceğimiz sorunuzun cevabı oldukça uzundur. Ana hatları ile özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz: Özelleştirme uygulamaları AYM’de uzun yıllar tartışma konusu olmuş ancak bizlerin de ısrarıyla anayasanın 47. maddesinde 1999 yılında yapılan değişiklikle konu açıklığa kavuşturulmuştur. Esasen yapılan değişiklik AYM’nin engelleyici tavrını ortadan kaldırmıştır. Mahkemenin 1990’lı yıllardaki devletçi yapısı, özellikle haberleşme ve elektrik konusunda çıkarılan özelleştirme yasalarını ısrarla iptal etmiş, atılan adımların uzun süre ertelenmesine sebep olmuştur. İptal kararlarında gerekçeler daha çok anayasanın 47. maddesinde ‘devletleştirmenin yer aldığı, özelleştirmenin ise açıkça öngörülmediği, bu nedenle de yapılamayacağı konusunda yoğunlaşıyordu. Oysa Fransa Anayasa Konseyi de aynı yıllarda yapılan özelleştirmeler konusunda daha liberal yorumlar ile olayı çözmüş ve Fransa’da yapılacak özelleştirmelerin yolunu açmıştır. Ne yazık ki Türk Anayasa Mahkemesi bu kıvraklığı gösterememiş, 1999 yılında Anayasanın 47.maddesinde yapılan değişiklik ile olayı TBMM çözmüştür.
Siyasi parti kapatma davalarına gelince; bu konu ne zaman gündeme gelse gerçekten içimi hüzün kaplıyor. Siyasi parti kapatma davalarında AYM’nin iyi bir sınav verdiği söylenemez. Siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru olan siyasi partilerin uzun ömürlü olamamasının en önemli nedenlerinden birisi yaşanan darbeler ise, diğeri de AYM’nin kapatma kararlarıdır. Siyasi partilerin kısa ömürleri, demokratik kültürün ve uzlaşma yollarının gelişmesine engel olurken, günün sonunda sistem arayışlarının ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. İstikrarsızlığı gerekçe göstererek, sistem değişikliğinin şart olduğunu öne sürenler, ne olduğunu hala anlayamadığımız getirdikleri “yeni sistemin” sorunları çözemediğini kısık sesle de olsa dile getirmeye başladılar.
Şu gerçeğin altını çizmek zorundayım, AYM’nin önüne gelen kapatma davalarında, duyulan ideolojik vehim ve kaygılar sonucu, laiklik ile inanç özgürlüğü, terörle de ifade özgürlüğü arasındaki olması gereken evrensel sınırlar çizilememiş, sonunda kapatılan partiler mazlum konumuna düşürülmüştür. Endişe duyulan potansiyel tehlikeler partileri kapatmakla ortadan kalkmadığı gibi, tam tersine haksız rekabetin imkânlarından faydalanan yasaklı düşünceler daha geniş kitlelere ulaşma başarısını göstermiştir.
AYM’nin başörtüsü hakkında geçmişte verdiği her iki kararın da kimlere lojistik destek verdiği çok açık biçimde ortadadır. Bu kararlara dayanılarak yapılan baskının, dayatmanın, ikna odalarının ve yok edilen insanlık onurunun bedelini çok ama çok ağır ödedik. Hak ve özgürlüklerin insanoğlunun tartışmasız en kutsa değeri olduğu düşünülürse, bununla savaşan kim olursa olsun günün sonunda yenik düşmeye mahkûmdur. İlkel bir laiklik anlayışını bu topluma dayatanlar, bugün yaşadığımız sorunlardan şikâyetçi olmayı asla hak etmiyor. Devlet kudreti kimin elinde olursa olsun, ötekilerini yok sayan bir anlayışla var olamıyor.
S.S.H. : Parti kapatmalardan söz açılmışken, AKP kapatma davasından söz etmemek doğru olmaz. 6 ya karşı 5 oy ile kapatma istemi reddedildi. Büyük bir siyasi kaos, kritik bir oy ile önlenmiş oldu. Bu kararda sizin önemli bir rol aldığınız yazılıp, çizildi. Gerçeği sizden öğrenelim.
H.KILIÇ : Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin 2001 yılında anayasada ve siyasi partiler kanununda yapılan değişikliklerle kapatma bir hayli zorlaştırılmış, AYM’nin de 2000 li yıllarda partilere karşı daha özgürlükçü bir yaklaşım sergilemesi sonucunda bir parti dışında kapatma kararı verilmemiştir diyebiliriz. Bu gelişmelere rağmen, Mart 2008 yılında halkın yüzde kırk yedisinin oyunu alarak iktidar olmuş bir parti hakkında kapatma davası açıldı. Dünya şaşkın, Türkiye şaşkındı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı dört yüz seksen civarında bilgi, belge, delil olacak ne varsa dava dilekçesine ekleyerek AKP’nin laiklik karşıtı fiillerin odağı olduğu gerekçesiyle kapatılmasını istiyordu. Esasen bir partinin temsil ettiği ideolojisi, inançları, düşünceleri ne olursa olsun cebir, şiddet ve teröre yakın durmadıkça kapatılması, demokratik özgüvenden yoksun, çağdışı ülke alışkanlığıdır. Gerek bireyin, gerekse siyasi örgütlerin ifade özgürlüklerine ilişkin alan daraltıldıkça daha da büyüdükleri bir gerçektir. Ülkenin ekonomik ve sosyal hayatında yaşanan olumsuzlukların köklerini özgürlüğü elinden alınan toplum gerçeğinde aramak yanlış olmayacaktır. Söz konusu partinin kapatılmasına esas olarak mahkemeye sunulan dört yüz seksene yakın eylem ve söylemlere ilişkin belge ve deliller tek tek incelenerek oldukça titiz bir elemeden geçirilmiştir. Gerçekle ilgisi olmaması nedeniyle ilgili partililerce yalanlanan gazete küpürleri inceleme dışı bırakıldığında, geride sadece otuza yakın delil değerlendirmeye esas alındı. Sonuçta mahkeme heyetinden altı kişi yasak olan eylemlerin odağı haline gelen partinin kapatılmasına, dört kişi eylemlerin yoğunluğu ve ağırlığının hafifliği gözetildiğinde kapatma yerine hazine yardımından yoksun bırakılmasına, bir kişi de söz konusu delillerle partinin ne kapatılmasının ne de hazine yardımından yoksun bırakılmasının mümkün olamayacağı sonucuna vardı. Bir partinin kapatılması için yedi oy gerektiğinden dağılan oyların nitelikleri gözetildiğinde, kapatmak için yeterli oy sağlanamadığından partinin hazine yardımından yoksun bırakılmasına karar verilerek kamuoyuna duyuruldu.
Siyasi davalar zor dava olarak nitelendirilir. Böyle durumlarda yargıçların iç dünyalarındaki olumlu ya da olumsuz duygularına karşı tarafsızlığını koruması, dış baskılara karşı da bağımsızlığının gereği dik durması, yargıçlık onurunun insanlık onuruna katabileceği en kıymetli değerdir. Dünyanın kilitlendiği böyle bir davada, oylarıyla demokrasi ve ifade özgürlüğüne onur katanlar ya da katmayanlar hukuk tarihindeki yerlerini almışlardır. Dava konusu yapılmış siyasi partilerin düşünceleri ve icraatları en ağır eleştirileri hak etse bile, yargıçların demokrasi ve adalete olan bağlılıkları kararlarını hiçbir zaman etkilemeyecektir.
S.S.H. : Sizin başkanlığınız döneminde kapatılan partiler oldu mu? AKP davasında gösterdiğiniz hassasiyeti diğer davalar için de gösterdiğinizi söyleyebilir misiniz? Örneğin Kürt siyasetçilere karşı uygulanan ayrımcılık konusunda nasıl bir tutum sergilediniz?
H.KILIÇ : AYM’ye başkan olarak seçildiğim 2007 yılından sonra Kürt sorunlarıyla ilgilenen siyasi partilerden sadece DTP (Demokratik Toplum Partisi) ile ilgili kapatma davası açıldı. Bu parti ile ilgili başsavcılığın sunduğu eylem ve söylemleri içeren delillerin değerlendirilmesi sonunda terör örgütü ile olan ‘yakınlığı’ sebebiyle kapatılmasına karar verildi. Söz konusu partinin kapatılma tarihine yakın bir zamanda İspanya Mahkemesi de, Baask bölgesinde faaliyet gösteren Batasuna isimli partiyi kapatmıştı. Bu kapatma kararına karşı ilgili partinin başvurusu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından reddedildi. Batasuna partisinin kapatılması sebebinin özü neydi biliyor musunuz? Baask bölgesinde terör örgütü ETA’nın gerçekleştirdiği eylemleri Parti’nin “kınamamasıdır”. Hemen belirteyim ki DTP’nin AYM’ce kapatılma gerekçesiyle AİHM’in Batasuna kararının red gerekçesi uyum içindedir. Ancak, doksanlı yıllarda DTP’ ye benzer partilerin bazılarının kapatılma kararlarında (kendi oyum açısından) ifade özgürlüğü ile terör suçu arasında olması gereken sınırların AİHM kararları ile uyum içinde olduğu söylenemez. Ancak bu gerçeğin Kürt siyasetçilerine yapılmış bir ‘ayrımcılık’ olarak nitelendirilmesini de doğru bulmuyorum.
Dünya uygulamalarında da terör örgütleri ile arasındaki yakınlığı ayarlayamayan partilerin kapatıldığı gözetilirse, ülkemizde yarım asra yaklaşan terörle mücadelenin yarattığı ortamda verilen kapatma kararlarının eleştiriye açık olabileceği yadsınmamalıdır. Siyasi partiler şüphesiz toplumsal sorunların ve bunların çözüm yollarını ortaya koymak için kurulur. Bu görevlerini yerine getirirken barışçıl bir dil kullanmak, baskı ve şiddet içermeyen söylem ve eylemleri geliştirmek demokratik bir zorunluluktur.
Röportajın ikinci bölümü 31 Temmuz Çarşamba günü yayımlanacak...