Metin YILMAZ
Giderek 'kimliksizleşen' bir şehir: Çankırı...
"Türklerin yerleşme anlayışı içinde mahalle, temel yerleşim birimi olarak önemli bir yere sahiptir. Aile kadar mahalle ve komşuluk birimleri de toplumsal yapı içinde belirleyicidir. Mahalle, birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir. Böylesi güven ve yardımlaşma ortamı içinde yetişen çocuklar da sağlam bir toplumsal yapının inşa sürecinde önem arz etmektedir."
Çankırı’nın kale altındaki eski tarihi kent dokusunu koruyup, yeniye entegre etmek yerine, yıkıp; geçmişimizle geleceğimizi birbirine bağlayan Tahtaköprü’yü yok eden sığ anlayışı her fırsatta tarihe not düşerek yazacağım!
Şehrimizin ruhunu, akılları sıra dönüşüm adı altında delik deşik edenler, uçsuz bucaksız bir anılar denizini de bir çırpıda kurutup ortadan kaldırıp, yok ettiler. Acıların da, sevinçlerin de fırından çıkmış dumanı üzerindeki ekmek gibi bölüşüldüğü, en güzel yaşanmışlıkların, unutulmaz dostlukların geçtiği Karatekin, Mimar Sinan, Sarı Baba ve Ali Bey Mahallelerinin ruhunu hoyratça tarihe gömdüler!
Bir zamanlar Çankırı’daki her mahallenin, her sokağın; sakinlerinin ruhuna yansıyan bir kimliği vardı. 1980’li yıllarda adeta keskin bir viraj dönen Çankırı, hızla aşağıya doğru kayarak, yapılan her yeni betonarme binayla birlikte çirkinleşerek, gülümseyen yüzünü kaybetti. Ağaçlı, bahçeli, çiçekli eski mahallelerini hiç yaşanmamış gibi yüz üstü bırakıp; "itici, sevimsiz ve soğuk" yeni haliyle geçmişine yabancılaşan Çankırı, "Şehrin güzelliklerini ruhunda saklayan güzel insanları da beyaz atlara binip gidince..." hafıza kaybına uğrayan, kimliksiz gri bir şehre dönüştü!
Eski mahallelerin yokuş tırmanan ve birbirine açılan sokaklarında, bahçe kapılarında çıngırağı, birbirine yaslanarak ayakta duran güler yüzlü, ahşap evlerinde yürekleri birbirine açık birbirinden güzel insanlar yaşardı. Eski mahalle hayatını oluşturan en önemli özellik; sakinler arasındaki sıcak ve samimi komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle sakininin karşılaştığı iyi ya da kötü bir olayın ceremesini veya semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, hastalık, mevlit, nişan, evlilik, sünnet gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı karşısında acıya ortak olunur, cenazenin kaldırılmasından ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük ve yanlışlık karşısında ortak tavır alınır; mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle sağlanırdı. Mahallecek kamyon kasasına doluşup, güle oynaya pikniğe gidilirdi.
Mahalleye köylerden, kazalardan gelerek ev kiralayan talebelere öz evlat gibi sahip çıkılır; korunur, kollanırdı. Eski mahalle kültürüne damgasını vuran en çarpıcı güzelliklerden biri de sıcacık ev sahibi- kiracı ilişkileri idi. Günümüz Çankırı’sında kiracılarıyla her şeylerini bölüşen ev sahiplerinin yerini, üzülerek belirtmeliyim ki "öğrencilere daha pahalı nasıl evimi kiralarım?" zihniyetiyle gözü dönmüş ev sahipleri aldı!
Mahalle bakkalları derme çatma ahşap masalarının çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmez, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerini aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise hoşgörüyle incitmeden "olunca ödersin üzülme..." diyerek idare ederlerdi.
Evinin sokağa bakan penceresinde kendine küçük bir dünya kurmuş yaşlı insanlar; yaz akşam üstlerinde kapı önü taşlıklarına kilim serilerek, tavşankanı çay, kaymaklı bisküvi ve ay çekirdeği eşliğinde yapılan ve kimi zaman gece yarılarına kadar süren muhabbetler yalan oldu artık... Artık taşlıklarında kilim serip oturulan evlerin yerini apartmanlar; veresiye defterleri tutan mahalle bakkallarımızın yerini yüzü ifadeden yoksun kasiyerlerin bulunduğu marketler aldı. Kolumuza gazoz kapağı bastırarak saat yaptığımız kestane, portakal kokulu kış akşamlarında Barış Manço’nun deveye hendek atlattığı o masal tadındaki yıllarda ekmeklerimiz de, çayımız da, domatesimiz de, salatalığımız da misler gibi kokardı.
Pencerelerinde el emeği ak pak dantel perdelerle gülümseyen ahşap evler, mutfaklarda tel dolaplar, inişli yokuşlu yollar, top oynanan çıkmaz sokaklar... Komşu teyzeler, amcalar, abiler ve ablalar, sıcak insan ilişkileri, eski evlerin pencerelerinden sarkan camgüzelleri, renk renk sardunyalar, küpeli çiçekleri, duvarlara tırmanan hanımeliler, asmalar...
Sadece avlularda değil sokağın her münasip köşesinden fışkıran ağaçlar ki; benim de ilk ağaçtan düşüş hikâyem Karatekin Mahallesi’ndeki evimizin önündeki akasya ağacındandır. Her şeyin yenilenme, modernlik veya teknoloji adı altında sahteleştiği günümüz dünyasında eski güzelliklerden geriye pek bir şey kalmadı artık!
Bugünün sokakları eski sokaklar; insanları, eski insanlar değil artık. Yitirdiğimiz şeylerin adını tam olarak koyabilmek mümkün değil. Mahalle çeşmesinin yanı başına konuşlanarak el körüğü ile yaktıkları ateş üzerinde mahallenin bakır tencerelerini parlatmak için çabalayan kalaycılar geldi bir an aklıma... Sokak satıcıları eşekli dondurmacı, bohçacılar, uçan baloncu, pamuk şekerci, horozlu şekerci vd.
Kapıların önüne kilim sermiş oturmuş, iç çeken, gülen, çay içen, yıldızlara doğru sigarasının dumanını savuran, bir sürü insan geçiyor gözümün önünden. Maviden koyu laciverte dönen akşamlar, birbirine sokulmuş evlerin tüten bacaları...
Eski mahalle ve sokak dokusunun küreselleşmeyle yerini yeni fiziksel alanlara bırakması komşuluk ilişkilerini de alt üst etti. Güven üzerine kurulu bir ilişki olan komşuluğun, kentlerdeki güvensizlik, yalnızlık, yalıtılmışlık ve yeni yaşam rutinleriyle değişim içinde olduğu bir gerçek artık.
Ölümsüz dostlukların, en mutlu zamanların, en unutulmaz hatıraların, başkaldırmayan yoksulluklarını bir yorgan gibi üzerlerine çekip yüreklerini ısıtan komşulukların yaşandığı, sokaklarında çığlık çığlığa koşup, oynadığımız mahalleme selam olsun.