Ömer Faruk ERYILMAZ
En büyük afet... Kuraklık...
Konuşmacı bilim adamı; deprem, sel, salgın hastalıklar, toprak kaymaları, yangın, denizlerin karayı basması (Tsunami) gibi felaketleri sıraladıktan sonra, “Evet, bu saydıklarımın hepsi birer afettir ama en büyük afet kuraklıktır.” dedi.
“Kuraklık” sözünü duyunca, biz Türkler'in Orta Asya’dan çıkış sebebimizin de bu yüzden olduğu geldi aklıma.
Elbette Orta Asya’da da seller, depremler, salgın hastalıklar, yangınlar olmuştur. Ama bunların hiç birisi için değil de, “Kuraklık” yüzünden çıkmıştık Orta Asya topraklarından.
Sonra babaannemin bir anlatısını anımsadım. Hatta daha çocuk yaşta bu anısını kaleme almaya çalışmış, bundan hikayeler çıkartmayı amaçlamıştım.
Sarı saman kağıtlara yazdığımı iyi anımsadığım bu çalışmalarımı, yıllardır bulamamanın sıkıntısını yaşıyor, aradan kırk beş yıl geçtikten sonra bunları yeniden hatırlamakta zorlanıyorum.
Ama “Kıtlık”tı ana tema. Yedi yıl süren “kuraklık” sonunda yaşanan “kıtlık”.
Ambarların, kilerlerin dibinde bile arpa buğday kalmadığı gibi, otlamaya giden hayvanların bir tutam ot yiyemeden geri geldikleri, aşağılardaki Devrez çayının bile kuruduğu yıllar.
“Anaların memelerinde süt kalmadığı, doğan çocukların birkaç gün içinde ölüp gittikleri, kadınların tencereye ne koyacaklarını bilemedikleri 7 yıl” derdi rahmetli babaannem.
Bu kadar uzun süren kuraklık ve onun peşinden gelen kıtlık sonrası Taşyakası’ndan başlayan göçler.
Evet, Orta Asya’dan koşar adım geldiğimiz “Kısrak başına benzeyen, bu memleket bizim”di ama lanet kuraklık burada da bulabiliyordu bizi.
“Sarıkız'la kocası da kucaklarındaki birkaç haftalık bebekleriyle bir sabah çıkıvermişlerdi köyden. Uzaktan çok uzaktan da olsa akrabaları olan insanların yanına, Ilgaz’a doğru gideceklerdi.
Ilgaz taraflarında kuraklığın bu kadar yaşanmadığı, hayvanların akşamları ahırlarına aç dönmedikleri, anaların çocuklarını emzirebildiklerini duymuşlar, Ilgaz’a aşağı gitmeye karar vermişlerdi.
Sabahın alaca karanlığında çıktıkları köyden, Ilgaz’ın Kazancı Köprüsüne geldiklerinde akşam olmuştu.
Ne bacaklarında derman, ne kucaklarındaki çocuğun ağlamasını durduracak sütleri vardı.
Sırtını dönen Sarıkız, damla süt olmayan memelerini çocuğun ağzına sokup susturmaya çalışsa da olmadı.
Çocuk ağlıyor, Sarıkız ağlıyor, kocası ağlıyordu. Sarıkız kocasına, kocası Sarıkız’a baktı. Sonra her ikisi birden bebeklerine baktılar.
Hiç konuşmadan, el ele tutuşup, Kazancı köprüsünün korkuluklarına kadar geldiler. İkisinin de gözü ayaklarının altında çağıl çağıl akmakta olan çaya çevriliydi.
Babaannemin anlattıkları, benimde ta o zamanlar kaleme almaya çalıştığım hikaye böyle başlıyordu...
Ama bu günkü konumuz babaannemin anlattıklarından çıkartmaya çalıştığım hikaye değil, o hikayenin asıl teması olan “Kuraklık”...
* * *
Aralık ayının ortalarına geldiğimiz bu günlerde televizyonlardaki hava durumu sunucuları barajlardaki doluluk oranını vererek, "şu kadar günlük, bu kadar günlük suyumuz kaldı" diye bağırıyorlar.
Doğayı sevenler, doğa korumacıları Anadolu’nun kuruyan göllerine, derelerine dikkat çekip, “önlem alınmalı” diye uyarıyorlar yetkilileri.
Neredeyse aylardır tek damla yağmur düşmüyor toprağa. Düştüğü yerlerde de, ya sel olup canımızı malımızı alıyor ya da yolları izleri söküp, toprak kaymalarına sebep oluyor. Doğru dürüst yağmur düşmeyince, kar da yağmıyor.
Kaynaklarını kurutmaktan bir türlü vazgeçmediğimiz, gırtlaklarına basarcasına yaptığımız HES'lerle, vahşi sulama uygulamalarımızla nefes almalarını engellediğimiz, sanayi atıklarımızla nakavt ettiğimiz sularımız artık yetmiyor bize.
Konya ovasındaki tarımı geliştirelim derken kullandığımız yeraltı sularının da bitmesi üzerine her gün devasa göçüklerin (obruk) oluştuğu haberlerini alıyoruz.
Bırakın büyük kentleri, küçük şehirlerimiz, avuç içi kadar ilçelerimiz hatta üç-beş hanelik köylerimiz de bile sağlıklı suya hasret kaldık.
Oysa çok değil 30-40 yıl öncesinde kurnalarından gürül gürül suların aktığı pınarlarımız vardı bizim.
Arkadaşlar arasında “Arabistan’da su benzinden pahalıymış” diye konuşmalar geçer, suyun parayla satılabileceğini hayal bile edemezdik.
Öyle bir güne geldik ki, artık bizler de suyu parayla alır olduk. Kimsemiz pınardan-çeşmeden-eşmeden su içemiyor, bakkal ya da marketlerden (neredeyse benzin fiyatına) aldığımız plastik bidonlar içindeki suları içiyoruz.
Ülkenin en büyük sektörlerinden birisi neredeyse su ticareti yapan iş kolu oldu.
Aklımıza, sularımızı tüketen, kalanı da içilmez hale getiren ya da 'içilmez' diyerek algı yaratan kapitalist düşünceler mi bizi bu hale getirdi gibi düşünceler gelmeye başladı.
Banyolarımızdaki kovaları kaldırıp tepemizden aşağıya kesintisiz akan suyun altında yıkanmaya başlayıp, mutfaklarımızın leğenlerini çoktan attık bir yerlere. Artık dişlerimizi fırçalarken musluğu kapatmıyor, bulaşıklarımızı mutfaklarımızın musluklarından sürekli akan sıcak suyla yıkıyoruz.
Elektrik, telefon, doğalgaz gibi teknolojik giderlerimizin yanında su giderlerimiz küçük kalınca, “şıp şıp şıp” damlayan musluklarımızın contalarını bile değiştirmeye gerek duymuyoruz.
Kısacası fazlasıyla saygısız davranıyoruz suya.
* * *
Kendi ülkelerindeki ormanlardan tek bir dal kırmayan-kesmeyen Kanadalılar'ın “altın” aramak için Kaz Dağları'nı delik deşik ediyor olmalarına izin veriyor, sadece bizim değil, dünyanın oksijen deposu olduğunu söylenen ormanlarımızın talan edilmesine göz yumuyoruz.
Karadeniz’deki, Ege’deki ormanlarımızın şu ya da bu nedenlerle talan edilmelerine sessiz kaldıkça, dengesiz yağan yağmurlara, sellere, toprak kaymalarına, derelerimizin kuruyor olmalarına da göz yumuyoruz.
Bunun yanında çarpık sanayileşmenin yaşam alanlarımızın etrafını sarmalarına, atıklarını derelerimize bırakmalarına tepkisiz kalıyor, endüstriyel hava kirliliğinin etkisinde kalıp, temiz hava hakkımızın da elimizden alınmasına göz yumuyoruz.
Yine öyle sanıyorum ki, sularımızı içilmez hale getirip, suyu bize parayla satanlar, yarın havayı da parayla satacaklar bize.
Çok yakın zamanda, “Ilgaz Dağının, Kaz Dağlarının, Karadeniz yaylalarının” gibi reklamlarla tüp tüp havaların satışa çıktığını görürsek şaşırmayacağız.
* * *
Toprağa ihanet edip, tarımı- hayvancılığı, ekip biçmeyi unutalı çok oldu. Ne yerli ırk tohumumuz, ne yerli ırk hayvanımız kaldı.
Bu kadim toprakların, “Öksüz Everen” cinsi yerli tohumundan vazgeçip, onun yerine ekmeye başladığımız Rus buğdayına, İsrail’den aldığımız gübreyi saçmadıkça verim alamaz, yine İsrail’den alacağımız kimyasalları kullanmazsak ekinlerimizi saran hastalıklardan kurtulamaz olduk.
Tüm bunlara karşın ekim alanlarımızın her yıl daraldığını, ovalara, yazılara binaların kondurulduğunu görmeye alıştık.
Yerli ve milli “Kara Sığır”ları kısırlaştırıp, yerine Hollanda’dan Holstein, İskoçya’dan Angus, İsviçre’den Simental ırkları gibi hayvanları getirince, süt verimliliğimiz, et üretimimiz görece olarak arttı ama ne sütümüzün tadı ne de etimizin lezzeti kaldı.
İthal ettiğimiz hayvanlar Anadolu yaylımlarında otlayamayacak kadar kibar olduklarından ya ahırlara kapattık, ya da yapay çayırlara saldık onları.
Dolayısıyla doğal yaylım alanlarımız da kıraç toprak olup çıktı elimizden.
Kısacası; toprağımızın, havamızın, suyumuzun kıymetini bilmez olduk.
* * *
Evet; deprem, sel, salgın hastalıklar, toprak kaymaları, yangın, denizlerin karayı basması (Tsunami) gibi doğa olayları birer afettir. Ama en büyük afet üzerinde yaşadığımız dünyanın toprağının, suyunun, havasının kıymetini bilmediğimiz sürece karşılaşmamızın kaçınılmaz olacağı kıtlıktır.
* * *
Evet, neredeyse dokuz aydır “Covit-19” dediğimiz bir bela ile uğraşıyor, (içlerinde sağlıkçıların, tanıdıklarımızın, akrabalarımızın da olduğu) binlerce yurttaşımızı kaybederken, on binlercesinin hastalanıp, ne kadar zor günler yaşadıklarını gözlerimizle görüyoruz.
Dünyanın farklı coğrafyalarında bulunan aşılara, çok yakında ekleneceğini umduğumuz yerli aşılarla ve bundan böyle yaşam biçimimiz olacak “maske-mesafe ve temizlik” üçlüsüyle beraber, bu beladan elbet kurtulacağız.
Ama ormanlarımıza, derelerimize, göllerimize sahip çıkmazsak, felaketlerin en büyüğü diye tanımlanan “Kuraklık” belasıyla baş başa kalacak ve bundan çok da kolay kurtulamayacağız...