Devlet Bahçelinin son grup konuşması

Devlet Bahçeli'nin son grup konuşması

Bahçeli, konuşmasının son bölümünde Başbakan'ın '61 hesabı'nı tiye aldı!

İşte Bahçeli’nin Meclis grubunda yaptığı konuşmanın tam metni:
 
"Muhterem Milletvekilleri, Değerli Misafirler, Sayın Basın Mensupları,
 
Bu haftaki Meclis grup konuşmama başlarken sizleri sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
 
Hem iç hem de dış gelişmelerin hiç olmadığı kadar tesir düzeyini arttırdığı bir zaman diliminden geçiyoruz.
 
Bu yüzdendir ki, gündemde öne çıkan konu başlıklarının yoğun ve yaygınlığı dikkatli bir şekilde değerlendirme yapmamızı zorunlu kılmaktadır.
 
Ülkemiz öyle bir halde, öyle bir dönemdedir ki, en ufak bir ihmal, en küçük bir kayıtsızlık ciddi badirelere yol açabilecektir.
 
Türkiye belirsizliklerin sivrildiği, risklerin ilerlediği, tehlikelerin genişlediği bir süreci yaşamaktadır.
 
Aynı zamanda eli zayıflamakta, gücü ve saygınlığı azalmaktadır.
 
Görüyor ve biliyoruz ki, AKP hükümetinin izlediği dış politika bunun en açık ve başlıca nedenlerinden birisidir.
 
Sıfır sorun retoriği dikiş tutmamış, iddialarla paralel yürümemiş ve ülkemizi zor durumlara sokmuştur.
 
Komşu ülkelerle barış, karşılıklı iyi niyet ve hürmete dayalı ilişkiler kurulamamış, kurulsa bile arkası getirilememiştir.
 
AKP hükümeti Batı’nın politikalarına harfiyen uyma ve bunları da uygulama acizliğini gösterdikçe her defasında bir komşumuzla aramız bozulmuştur.
 
Başbakan Erdoğan’ın başkent Ankara vizyonundan uzaklaşması, ülke olarak savunmak mecburiyetinde olduğumuz hak ve menfaatleri zaafa düşürmüştür.
 
Türkiye’nin değil de, BOP’un maaşlı bir ara elemanı gibi çalışan Dışişleri Bakanı’nın sorumsuz ve derinlikten yoksun yaklaşımları, yakın coğrafyalardaki yönsüz değişim dalgasını, imkan ve kaynak analizini yapmadan yönetmeye talip olması sıkıntıları daha da artırmış, daha da tırmandırmıştır.
 
Şu günkü ortamda Türkiye sınırdaş olduğu her ülkeyle ters düşmüştür.
 
Ön alan, çok değişkenli, aktif ve değişim yanlısı olduğu iddia edilen dış politika Türkiye’nin sırtındaki kamburlardan birisi haline gelmiştir.
 
AKP dünyayla entegrasyon, uyum ve karşılıklı işbirliği yerine, tecrit politikalarını önceliğine almış, yalnızlaşmayı tercih etmiştir.
 
Buna da bir kılıf uydurmuş ve değerli yalnızlık ismini takmıştır.
 
Bölgesel ve küresel aktörlerle düzeyli, dengeli ve milli beklentileri özne yapan, milli hedefleri hesaba katan bir diyalog geliştirilememiştir.
 
Başbakan Erdoğan neyi tenkit etmişse aynısını yapmıştır.
 
Neden şikâyetçiyse ona yönelmiştir.
 
AKP’nin hayalci, ham ve hüsran verici politikaları neticesinde, Türkiye dost değil, düşman kazanmıştır.
 
Başbakan yalnızca kardeşi Barzani’yi kendisine müttefik ve yoldaş olarak belirlemiştir.
 
Bunun dışındaki tüm alternatifleri dışlamış ve elinin tersiyle itmiştir.
 
Türkiye; Irak’ın kuzeyindeki peşmerge yönetimine günü birlik çıkarlar ve uluslararası dayatmalar eşliğinde adeta mecbur bırakılmıştır.
 
Dış politikada istikrar, milli perspektif ve seviye olmadan, içeride ekonomik kalkınma ve gerçekçi bir demokratikleşme hamlesi elbette sağlanamayacaktır.
 
İç ve dış politika bileşik kaplar gibidir ve AKP hükümeti bu gerçeği idrak edememiş veya etmek istememiştir.
 
Şunu akılda tutmak lazımdır ki, Büyük Ortadoğu Projesi’ne kuryelik yapmak, küresel cinayetlere bırakınız göz yummayı meşruiyet kazandırmak Türk milletinin bu coğrafyada bin yıldır takip ettiği politikalara tamamen terstir.
 
Önemle ifade etmek istiyorum ki, bölgesinde çatışma ve gerginlik tarafı olan bir ülkenin, milli bekasını muhafazası da çok güçtür.
 
AKP hükümeti geleneksel Türk dış politikasını küçümsemiş, hafife almış ve bunun yerine parti çıkarlarını monte etmiştir.
 
Statükocu suçlamaları da bumerang gibi geri dönmüştür.
 
Asıl sorun da buradadır.
 
Bu kapsamda Türkiye bir parti devletine doğru vites büyütmektedir.
 
Doğrular ve yanlışlar milletin ve devletin beklentilerine göre değil, parti hassasiyetleri baz alınarak tespit ve tayin edilmektedir.
 
Bu çok önemli bir sorun ve açmazdır.
 
Başbakan Erdoğan ve hükümeti, dış politikayı, uzlaşmak yerine meydan okuyan, yumuşak güç olmak yerine komşu ülkelerin rejimlerine müdahale eden bir şablona sığdırmıştır.
 
AKP politikaları gerçeklerden, temel ilke ve hedeflerden, rasyonellikten, daha da hazini akılcılıktan çok uzaklara savrulmuştur.
 
Hele ki, Başbakan’ın son Rusya ziyareti esnasında kameralar kayıttayken Türkiye’yi Şanghay Örgütü’ne alması konusunda Putin’e adeta yalvar yakar olması ülkemizin saygınlığını iki paralık etmiştir.
 
Uçuk ve temelsiz hegemonya düşleri, model ve örnek olduk ezberleri, herkes bizi konuşuyor hezeyanları hem Türkiye’yi hem de hükümeti uluslararası ölçekte darboğaza sokmakla kalmamış, aynı derecede mahcup etmiştir.
 
Suriye’yle düşmanlıklar, Irak’la sancılı ilişkiler, İran’la güvensiz temaslar, Libya’yla sarsak irtibatlar, Rusya’yla tavize bağlanmış görüşmeler, Mısır’la gerginlik üzerine bina edilen restleşmeler, AB’yle bıçak sırtında yürüyen müzakereler, İsrail’le kör dövüşleri AKP’nin hezimet dolu politikalarının eseri olmuştur.
 
Artık Türkiye’nin bölge ülkelerinin önemli bir kısmında büyükelçisi bile yoktur.
 
İsrail ve Suriye’den sonra, Mısır’da bu halkaya eklenmiştir.
 
AKP’nin küresel düzlemde ve bölgesel zeminde oyun kurucu bir güç olma safsataları bir kez daha boşlukta kalmıştır.
 
Türkiye’nin tarafsız, güvenilir ve sözü geçen ülke imajı yeniden ağır bir darbe almıştır.
 
Başbakan Erdoğan’ın Moskova’ya ziyareti öncesinde; “Ben Sayın Mursi’nin yargı karşısındaki tutumunu alkışlıyorum, ona saygı duyuyorum. Onu yargılayanlara benim saygım yok” ifadeleri yeni bir krize neden olmuştur.
 
Bu sözler üzerine, 23 Kasım sabahı Mısır hükümeti Kahire Büyükelçimizi istenmeyen adam ilan ederek iki ülke arasındaki diplomatik temsilciliği maslahatgüzarlık düzeyine indirmiştir.
 
Buna gerekçe olarak Başbakan Erdoğan’ın söz konusu demecini göstermiştir.
 
Darbeci Mısır hükümeti, Başbakan’ın beyanatını Mısır halkının iradesine meydan okuma, tercihlerini küçümseme ve içişlerine doğrudan müdahale olarak algılamıştır.
 
15 Ağustos’tan beri ülkesinde bulunan Mısır’ın Türkiye Büyükelçisinin kalıcı olarak kalacağı duyurulmuştur.
 
AKP hükümeti ise buna misilleme yapmış ve bu ülkenin maslahatgüzarına 29 Kasım’a kadar ülkeyi terk etmesi için süre tanımıştır.
 
Dik durduğunu, ama dikleşmeyi sevmediğini söyleyen Başbakan Erdoğan’ın Mursi hayranlığı, Rabia işaretiyle avunması ve oturduğu yerden Mısır’ın içişlerine karışma teşebbüsü ülkemize ilave külfetler getirmiştir.
 
Biliyoruz ki, 3 Temmuz’da Mısır’da yaşanan açık bir darbedir.
 
Ve bu demokrasiyi hiçe sayan müdahaleye olumlu bakmak, masum görmek düşünülemeyecektir.
 
Batı dünyası Mısır konusunda sürekli ikircikli bir tavır içinde kıvranmıştır.
 
Ne üzücüdür ki, demokrasi ve özgürlük konularında hakemliğe ve jüri üyeliğine soyunanlar Mısır’da sınıfta kalmıştır.
 
Özellikle ABD, Mısır’daki darbeye olması gerektiği gibi mesafe koyamamış, darbecileri eleştirememiştir.
 
Bilakis ABD Dışişleri Bakanı, Ağustos ayında yaptığı bir açıklamada, “Mısır ordusu demokrasiyi rayına oturttu” diyerek nerede durduğunu netleştirmiştir.
 
Yine geçtiğimiz hafta söz konusu bakanın, “Müslüman Kardeşler Mısır’daki devrimi çaldı” sözleri darbeyi meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamıştır.
 
Bu sözler göstermektedir ki, ABD darbe rejiminin arkasındadır.
 
Esasen bunu sağır sultan bile duymuştur.
 
Başbakan ve hükümeti Mısır politikasında da karavana atmış ve yalnız kalmıştır.
 
Dışişleri Bakanı’nın, “Biz Mısır'da hiç kimseyi, hiçbir grubu desteklemedik. Mısır konusundaki tutumumuz, Mısır halkının tercihlerine olan saygımızın göstergesiydi" ifadeleri durumu kurtarmaya yetmeyeceği gibi, yalanı da örtemeyecektir.
 
Doğal ve doğru olacağı üzere, darbeye karşı çıkmak, darbeyi tenkit etmek ve demokrasiyi savunmak ahlaken ve insanlık değerleri açısından vazgeçilmez ise de, Mısır’ın siyasi aktörleri arasında taraf tutmak mantıksızlık ve akılsızlıktır.
 
Başbakan Erdoğan bu hassas dengeyi gözetememiştir.
 
Ve ölçüyü her konuda olduğu gibi burada da kaçırmıştır.
 
Zannedersiniz ki Başbakan Mursi’nin mirasçısı, yediemini, kayyumu ve emanetçisidir.
 
Yine zannedersiniz ki Başbakan sabah akşam dört yaparak zevkten dört köşe olmaktadır.
 
Sormak isterim ki, Başbakan bugüne kadar dört yaparak neyi elde etmiştir?
 
Hangi yaraya merhem olmuş, hangi saldırıyı önlemiş, hangi soruna çare üretmiştir?
 
Sembollerle Mısır’ın iç meselesini Türkiye’ye taşıyan ve sürekli gündemde tutan Başbakan ülkemizin çıkarlarını ve bölgesel gücünü fütursuzca tartışmaya açmaktadır.
 
Buna da hiçbir hükümetin, hiçbir siyasinin hakkı olmayacaktır.
 
Mısır halkının yararını düşündüğünü, yanında olduğunu ve Adeviyye Meydanı’nda olanları desteklediğini her fırsatta tekrarlayan Başbakan kurusıkı atmayı bırakmalı ve asıl Türk milletinin yanında duracak feraseti göstermelidir.
 
Sahip olduğu siyasi sorumluluğun gereği de budur.
 
Mısır halkı bizatihi kendi iradesiyle aydınlığa çıkacaktır.
 
Mısır halkı bizatihi kendi istek, çaba ve gayretiyle doğruyu bulacak, demokrasiye kavuşacaktır.
 
Bizim temenni ve dileğimiz buna yöneliktir.
 
Uzaktan uzağa korkuluk taşlamak, geriden geriye mangalda kül bırakmamak, dahası Mısır’ın içişlerine yön vermeye çalışmak hiç kimseye bir fayda sağlayamayacak, aksine yapanı sorgulatacaktır.
 
Başbakan Erdoğan kendi çalıp kendi oynayan traji-komik kişilikten bir an önce ve aklı varsa arınmalıdır.
 
Mursi’den önce Mehmet’i, Esma’dan önce Fatma’yı, Kahire’den önce Ankara’yı, Adeviyye’nin dördünden önce Türk milletinin bir ve tekliğini hedeflemelidir.
 
Bu aşamada son olarak diyeceğim odur ki, Mısır’ı demokrasiye davet etmek kadar, iki ülke arasındaki tarihten gelen stratejik ilişkilerin devamlılığını sağlamak çok önemlidir.
 
Türkiye tüm komşularıyla küsemez ve küsmemelidir.
 
Türkiye bölgesel planda kamplaşmanın ağırlık merkezi olamaz, olmamalıdır.
 
Başbakan ve hükümetinin kısır ve çapsız politikaları mutlaka ve acilen değişmelidir.
 
Değerli Arkadaşlarım,
 
Türkiye’nin de içinde bulunduğu uçsuz bucaksız coğrafya kaynamakta ve sorunlarla çalkalanmaktadır.
 
Patlayan bombalar, alınan canlar, kaybolan umutlar, etnik ve mezhep temelinde yükselen tansiyon neredeyse sıradan vakalar haline gelmiştir.
 
19 Kasım 2013 günü, Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyindeki Dahiye bölgesinde bulunan İran Büyükelçiliği yakınında intihar bombacıları tarafından gerçekleştirilen iki ayrı patlamada 32 kişi hayatını kaybetmiş, 146 kişi de yaralanmıştır.
 
Saldırıyı El Kaide’ye bağlı Abdullah Azzam Tugaylar terör örgütü üstlenmiştir.
 
Hizbullah Suriye’den çekilene ve Lübnan’da tutuklu bulunan El Kaide mensupları serbest bırakılana kadar saldırıların süreceği duyurulmuştur.
 
Keza Irak yine bombalara teslimdir.
 
Türkmen yurtları inim inim inlemektedir.
 
Dünya Türkmenlerin adeta soykırımını yaşamaktadır.
 
Geçtiğimiz günlerde Tuzhurmatu ve Telafer’de düzenlenen bombalı saldırılarda 13 kişi ölmüş, çok sayıda kişi yaralanmıştır.
 
Türkmenler ölüm kapanına alınmış ve canlı hedef yapılmıştır.
 
Türkmen kentleri yıkılmakta, yakılmakta ve yok edilmektedir.
 
Irak merkezi hükümeti ise bu katliamlara karşı suskun ve tepkisizdir.
 
Türkmen kanından nemalanan canilere karşı ürkek ve hareketsizdir.
 
Türkmenlerin can ve mal güvenliği kalmamıştır.
 
İnsanlık Türkmenlere kör ve sağırdır.
 
İslam âlemi, varlıklarını petrole dayamış ve yüce dinimizi sömüren sultanlar, emirler ve krallar vicdanen iflastadır.
 
Türkmenleri öldüren kirli ve karanlık emeller korunmakta ve destek görmektedir.
 
Bomba yüklü arabalar konvoylarla Türkmen kentlerine intikal etmektedir.
 
Bedenlerini bombalarla saran alçaklar Türkmenlerin hayallerini söndürmekte, umutlarını havaya uçurmaktadır.
 
Allah için şu sorularımızın cevabı verilmelidir:
 
Bu kıyımlar nereye kadar sürecektir?
 
Türkmen kanı nereye kadar akacaktır?
 
Türkmen varlığı nereye kadar görmezden gelinecektir?
 
Türkmen kimliği daha ne kadar yok sayılacaktır?
 
Kerkük, Musul, Bağdat, Selahaddin, Babil, Nasıriye, Tuzhurmatu, Telafer’in kaderi ve layığı bomba mıdır?
 
Türkmenler mazlumdur, gözü yaşlıdır ve kederlidir.
 
Şu işe bakınız ki, Türkmenleri ölüm tüneline sokan, paramiliter unsurlarıyla kurşunlayan, arkası arkasına bombalayan peşmerge Başbakan Erdoğan’ın şeref misafiri olarak Türkiye’de ağırlanmaktadır.
 
Türkmen kentlerinin nüfus yapısıyla oynayan, tapu dairelerini yakan, Türkmen kimliğini silmeye çalışan gafil ve soytarıyla sözde Türkiye’nin birlik ve beraberliği konuşulmaktadır.
 
Savaş boyası sürünmüş canavarla barış müzakeresi yapılmakta, çözüm süreci paylaşılmaktadır.
 
Başbakan Erdoğan ömrü hayatında Türkmenlere ciğeri yanmış mıdır?
 
Mısır’daki iç kargaşada ölenlerin, Suriye’de hayatını yitirenlerin yarısı, değilse bile çeyreği kadar kendisine mesele yapmış mıdır?
 
Anlaşılıyor ki, Türkmenlerin suçu İhvan’ın mensubu olmamak, Mursi’nin yanında yer almamaktadır.
 
Başbakan’ın kardeşim, dostum diyerek bağrına bastığı iblis, Türkmenlerden intikam almakta, Türkmenlerin kanını içmektedir.
 
Gelin görün ki, Başbakan bu işten rahatsız olmadığı gibi, aklına bile getirmemektedir.
 
Türk milletine bu kadar yabancı kalan, Türklüğe bu denli şaşı bakan birisinin Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı olması hepimiz için ibretlik ve şok edicidir.
 
Hatırlarsanız, bizim haklı eleştirilerimize dayanamayan ve sonunda pes eden Başbakan 26 Ekim 2013 günü Van’da aynen şunları söylemişti:  “Şimdi ben Türk'üm. 'Ben Türk'üm' demekten hiçbir zaman gocunmadım ki böyle bir derdim, böyle bir sıkıntım yok.”
 
Sayın Başbakan Türklük bir kabuldür, bir kültürdür, bir mefkûredir, bir şuurdur ve ancak hak edenlerin vicdanlarında bayrak gibi sallanacaktır.
 
Türklük hissedilir, Türklük yaşanır ve şunu bil ki yalana, dolana ve istismara malzeme yapılamayacaktır.
 
Bize göre, milletin ismini itiraf dahi edemeyen birisinde bulunamayacak ve görülemeyecek tek şeref payesi Türk olmanın gurur ve kıvancıdır.
 
Değerli Milletvekilleri,
 
Türkmenler sistematik olarak imha edilirken Başbakan’ın Barzani’yle siyaset yapma kararı, birliktelik ısrarı, bölgesel denkleme beraber dahil olma iradesi, bunu İmralı canisine karşı koz olarak kullanma kurnazlığı tarafını zaten tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur.
 
Türkmenler sadece Irak’ta değil Suriye’de de feryat, figan etmektedir.
 
Türkmenliğin alın yazısı bu ülkede de karadır.
 
PKK’nın ikizi PYD, Afrin, Kobani ve Cizir’de kantonlar oluşturup özerkliğini ilan ederken; Türkmenler can derdine düşmüştür.
 
Başbakan’ın her türlü desteği sağlayıp Esad rejimine saldırttığı selefi gruplar ve aynı zamanda PKK-PYD ortaklığı Türkmenlere kan kusturmaktadır.
 
Suriye Türkmenleri kendilerini savunacak imkânlardan mahrumdur.
 
El Kaide şeytanlığı Türkmenlerin namusuna ve canına kast etmektedir.
 
İki arada kalan Türkmenler perişan ve çaresiz durumdadır.
 
Bir yanda zalim Esad yönetimi, diğer yanda çok aktörlü muhalif şiddeti Türkmenleri köşeye sıkıştırmıştır.
 
Başbakan ve hükümeti resmen, göz göre göre Türkmenleri ateşe atmış, ölüm makinelerinin insafına terk etmiştir.
 
Bu olacak, sıradan görülecek ve insani olarak kabul edilecek bir şey değildir.
 
Şimdilerde Esad’la yan yana olan PYD’nin elebaşlarıyla sürekli temas ve görüşme trafiği içinde bulunan, muhalif unsurların maddi ve manevi olarak arkasında duran AKP’nin, Türkmenleri hiç dikkate almaması tam bir vicdansızlık, tam bir aymazlıktır.
 
Görüldüğü kadarıyla masum Suriyeli Türkmen kardeşlerimiz yüzüstü bırakılmış ve zalimlere ikram edilmiştir.
 
Suriye’nin kuzeyi PYD-PKK’nın eline geçerken, Türkmenlerin terörist örgütlerin ve Şam yönetiminin keyfine teslim edilmesi Başbakan’ın niyetini ve sakat dış politikasını tüm yönleriyle deşifre etmektedir.
 
Başbakan Erdoğan peşmergeyle bir olmuş, birliktelik kurmuş, yeni oyunlara, yeni komplolara ve yeni provokasyonlara girişmiştir.
 
Başbakan ve hükümetinin politik angajmanında Türkmenler yok sayılmış, etkisiz ve değersiz bir unsur olarak değerlendirilmiştir.
 
Bu gelişmeler hem partimiz hem de büyük Türk milleti tarafından asla hoş görülmemektedir.
 
Türkmensiz Irak olmayacağı gibi, Suriye’de olamayacaktır.
 
Şunu herkes iyi anlamalıdır ki, milyonlarca Türkmen hesaba katılmadan huzur ve barış ortamının tesisi hayalden öte bir anlam taşımayacaktır.
 
Dört parçalı Kürdistan peşinde koşanlar, acaba dört parçalı Türkmenistan fikrini ve hazırlığını engelleyebilecekler midir?
 
Sayıca Türkmenlerin çok altında bulunan guruplar özerkliği kendilerinde hak görürken, Türkmenlerin sonuna kadar sabır gösterecekleri mi sanılmaktadır?
 
Kuşkusuz Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğü korunmalıdır.
 
Ne pahasına olursa olsun bundan taviz verilmemelidir.
 
Bu Türkiye’nin de çıkarınadır.
 
Ancak bütün yollar denendikten, bütün seçenekler tükendikten sonra, eğer bu ülkelerde bölünme kaçınılmaz olursa; Türkmenlerin eli kolu bağlı vaziyette duracağını, onun bunun kulu, kölesi olarak şartlara boyun eğeceğini kimse düşünmemelidir.
 
Kaldı ki Türkmenlik onuru bunun aksini kaldıramayacaktır.
 
Türkmen kardeşlerim atıl halde duramaz, durmayacaklardır.
 
Daha fazla süreyle zulme ve saldırıya rıza göstermeyeceklerdir.
 
Şeref ve namuslarını karalayan, hayat ve varlık haklarını çiğneyen ahlaksız düzen ve düzeneklere tahammül etmeyeceklerdir.
 
Gerekirse tüm Türkmenlerin toplanıp bir araya gelerek haklarını ve bağımsızlıklarını savunmaları imkânsız görülmemelidir.
 
Kürdistan’ı tanıma ve meşrulaştırma hevesinde olan Başbakan Erdoğan Türkmenleri basite almamalıdır.
 
Bu aralar sıkışan ve iyice bunalan Başbakan zoru görünce tekrar dümen kırmış ve Türklükten bahsetmeye başlamıştır.
 
23 Kasım 2013 günü Trabzon’da şu dikkat çekici ve hayret verici sözler Başbakan Erdoğan’dan işitilmiştir:
 
"Kırım Türkleri'nin yanında biz varız, Ahıska Türkleri'ne biz sahip çıkıyoruz, Gökoğuz Türkleri'nin yanında biz varız. Etiyopya'da Harar Türkleri'nin, Moğolistan'da Dukha Türkleri'nin, Almanya'daki soydaşlarımızın, Urumçi'de, Kerkük'te, Musul'da kardeşlerimizin yanında biz varız.”
 
Sayın Başbakan peki varsın da, bugüne kadar ne yaptın, hangi olumsuzlukların önüne geçtin, hangi milli değerimizi samimiyetle paylaştın?
 
“Ne Mutlu Türküm Diyene” ifadesini silmeye cüret eden sen değil misin?
 
“Türküm” demeyi ilkellik gören ve Andımızı kaldıran sen değil misin?
 
“İlla Türk milleti olarak dayatırsan, öbürü de Kürt milleti der” sözlerini kullanan sen değil misin?
 
Sanki bu sözleri söyleyen İmralı canisinin sırdaşı, Barzani’nin ortağı, BOP’un Eşbaşkanı, PKK’nın umudu Başbakan Erdoğan gitmiş, yerine başka birisi ışınlanarak gelmiştir.
 
“Türklükle yanıma gelmeyin” diyen Recep Tayyip Erdoğan nereye buharlaşmıştır?
 
Milliyetçiliği ayağının altına almaya kadar işi götüren Recep Tayyip Erdoğan pabucun pahalı olduğunu görünce, yedekte tuttuğu ikinci şahsiyetinden medet mi ummuştur?
 
Başbakan’a ne olmuştur da, birden bire Türklük ve soydaşlarımız demeye başlamıştır?
 
Başına taş mı düşmüş, balık kavağa mı çıkmış; yoksa yeni bir aldatma serüveni için Trabzon’lu kardeşlerimi alet etmeye mi karar vermiştir?
 
Doğuda başka batıda başka, güneyde başka kuzeyde bambaşka konuşan birisine Türk milleti inanmaz ve inanmayacaktır.
 
Başbakan Erdoğan’ın sıktığı ellerde Türkmen kanı, Türkmen ahı vardır.
 
Sarıp sarmaladığı bedenlerde Türklüğe duyulan nefret gizlidir.
 
Kendisi Türklükle yollarını çoktan ayırmış ve bu treni çoktan kaçırmıştır.
 
Başbakan’ın aile fotoğrafında Kırım Türkleri, Ahıska Türkleri, Gökoğuz Türkleri, Harar Türkleri, Dukha Türkleri, Afganistan’daki Hazara Türkleri, Suriye, Irak ve Lübnan’daki Türkmenler değil; peşmerge başı, İmralı canisi, siyasi bölücüler, Pontusçular, AB komiserleri, ABD lobileri, Ermeni diasporası, Megali İdeacılar baş sedirdedir.
 
İnanmışlıkla söylüyorum ki, hiç kimse olmasa da, Milliyetçi Hareket Partisi Türklüğün ve Türkmen kardeşlerimizin yanında dimdik duracak, kalbimiz “Turan Ülküsü” için gür bir şekilde çarpacaktır.
 
Muhterem Arkadaşlarım,
 
Anayasa hazırlığı süreci AKP’nin ipe un sermesiyle farklı ve sorunlu bir kulvara girmiştir.
 
TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun yeni anayasa yapamayacağını gerekçe göstererek üstlendiği Komisyon Başkanlığı görevinden fiilen ayrılmıştır.
 
Sayın Çiçek’in 22 Kasım 2013 tarihinde Komisyona üye veren partilerin grup başkanlıklarına gönderdiği mektupta açık bir istifa iradesi yoksa da, yürüttüğü görevinin sağlayacağı bir faydanın olmayacağını belirtmesi niyetini bariz olarak tercüme etmeye yetmiştir.
 
Bu kararın Başbakan ve partisinin bilgi ve onayından habersiz olması düşünülemeyecektir.
 
Sayın Çiçek’in Komisyon Başkanı sıfatıyla Yeni Anayasa hazırlığına olan itimat ve ümidinin bitişi, bir yönüyle AKP’nin görüşüdür.
 
Aslında AKP, uzlaşma masasını dağıtmak için her fırsatı kullanmakta, Başkanlık Sistemiyle ilgili ısrarı süreci tıkamakta ve bu çerçevede Sayın Meclis Başkanı da kurban edilmektedir.
 
TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin üçer üyesinin katılımıyla 19 Ekim 2011 tarihinde kurulmuştur.
 
Aradan geçen 25 aylık süre içinde 60 madde üzerinde mutabakat sağlanmış, 112 maddenin müzakeresi yapılmıştır.
 
AKP cenahından yapılan açıklamalar, Komisyon’daki üyelerden hiçbirinin yeni anayasa yapılabileceğine inanmadıkları yönündedir.
 
Elbette partimizi temsil eden üyeler adına da yapılan bu değerlendirmeyi talihsiz ve mesnetsiz olarak gördüğümüzü ifade etmeliyim.
 
Komisyonunun diğer üyelerini bilemem, ama MHP’li üyeler son güne ve son ana kadar yeni anayasanın yazılacağına canı gönülden inanmaktadır.
 
Burada asıl samimiyetsizlik, asıl inançsızlık ve asıl heyecansızlık AKP’dedir.
 
AKP’li parti yöneticilerinin bizim adımıza konuşma ve hüküm verme mezuniyetleri hiçbir zaman olamayacaktır.
 
Milliyetçi Hareket Partisi masadan kalkan taraf olmayacak ve yeni anayasa hazırlığına yönelik umudunu kaybetmeyecektir.
 
Sayın Cemil Çiçek olmasa da Uzlaşma Komisyonu çalışmalarını sürdürebilecektir.
 
Nitekim Anayasa Uzlaşma Komisyonu Çalışma Usullerinin 3. Maddesi “Komisyonun Başkanı TBMM Başkanıdır. TBMM Başkanının yokluğunda TBMM Başkanının görevlendirdiği Komisyon üyelerinden birisi oturuma başkanlık eder” ifadesini içermektedir.
 
15. Maddesi de Komisyon görevinin, anayasa teklifinin Genel Kurulda kabul edilip kanunlaşmasıyla veya siyasi partilerden birinin çekilmesi ya da çekilmiş sayılması ile sona ereceğini belirtmektedir.
 
Şu halde Sayın Çiçek’in Başkanlıktan sarfınazar etmesi bir şeyi değiştirmeyecektir.
 
Esas ve önemli olan AKP’nin veya bir başka Komisyon üyesi partinin çekilmesi ilgili kararı ya da çekilmiş sayılmasına dönük tespittir.
 
Şu ana kadar Uzlaşma Komisyonu’na üye veren hiçbir parti çekilme iradesi göstermemiştir.
 
Yalnızca AKP Komisyon’dan ayrılmak için bahane aramaktadır.
 
Bu kapsamda Başbakan ve partisi; “tamam mı, devam mı” noktasında kararını vermelidir.
 
Biz parti olarak, iki yılı aşan bir süredir verilen emeklerin, uzlaşmayla belirlenen maddelerin heba olmasına gönlümüz elvermemektedir.
 
Maksat milletimize yeni bir anayasa kazandırmak ise bunu başarabileceğimize yürekten inandığımızı ifade etmek isterim.
 
Bugüne değin, Başbakan Erdoğan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çökmesi için her yola başvurmuştur.
 
Çalışmasını sabote etmiş, vade biçmiş, uzlaşılan maddelerin parçalı şekilde Meclis Genel Kurulu’na getirilmesi için baskı yapmıştır.
 
Yeni Anayasa sürecindeki en ciddi bariyer gerçekte Başbakan’dan başkası olmamıştır.
 
Zira elinin altında, PKK-BDP ve İmralı canisi müşterekliğiyle hazırlanmış, Oslo’da son rötuşları yapılmış bir anayasanın hazırda bekletildiği anlaşılmaktadır.
 
Bunun için uzlaşma kanallarını bizatihi dinamitleyip “ne yapalım, biz istedik, fakat onlar engel oldu” mazeretiyle kendi planını devreye koymak için Komisyonun tekerine çomak sokmaktan geri durmamıştır.
 
Sayın Çiçek’i, 25 aylık süre zarfında kimin ne konuştuğunu, neyi teklif ettiğini, uzlaşmaya nelerin ve hangi tutumların engel olduğunu açıklamaya ve bu kapsamdaki toplantı tutanaklarını ifşa etmeye davet ediyorum.
 
Adına anayasa hazırlanan Türk milleti olan biten ne varsa bilmeli ve öğrenmelidir.
 
Anayasa Uzlaşma Komisyonu üzerindeki belirsizlik sürerken, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuyla ilgili her tarafa sündürülecek sözleri de çok manidardır.
 
Sayın Mahkeme Başkanı, Karatay Üniversitesi tarafından düzenlenen “Anayasa ve Demokrasi” konulu konferansa katılmış ve yine seçime girecek bir siyasetçi gibi yorumlarda bulunmuştur.
 
Evvela bir yüksek mahkeme başkanının bu denli siyasi yorum yapması ve gündemde kalma merakı anlaşılır gibi değildir.
 
Dünyanın hiçbir ülkesinde de böyle bir örneğe rastlanamayacaktır.
 
Anayasa Mahkemesi’nin Sayın Başkanı şu ifadeleri bir çırpıda söylemiştir:
 
“Ben kendimizi evlenme vaadiyle kandırılmış insanlara benzetiyorum. Nikah masasına oturulmadı. Tabii bunun faturasını bu siyasi partilerimiz çekecektir”.
 
Sayın Mahkeme Başkanı neyi anlatmaya ve neyi ima etmeye çalışmaktadır?
 
Damat kimdir, gelin kimdir?
 
Evlenme vaadiyle kandırılan kimlerdir?
 
Sayın Başkan, hangi çevrelerin nam ve hesabına konuşmaktadır?
 
Yoksa kendisi AKP’ye el altından yaptığı servisin, verdiği desteğin amacına ulaşamadığından mı yakınmaktadır?
 
Siyasi partilerin milletimiz nezdinde neyle karşılaşıp karşılaşmayacaklarını bu Sayın Başkan nereden bilmektedir?
 
Başkanlığının yanında müneccimliğe de mi soyunmuştur?
 
Hiç şüphesiz Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın görevi yürürlükteki Anayasa’ya göre vazifesini ifa etmek ve taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmektir.
 
Kaldı ki Yüksek Mahkemeyi siyasi polemiklerin içine çekmeye, sanki bir partinin mensubuymuş gibi değerlendirmelerde bulunmaya hiç hakkı yoktur.
 
Anlaşılan Anayasa Mahkemesi Başkanı emekliliğinden sonraki yerini şimdiden hazırlamaktadır.
 
Sayın Başkan’ın mezkur konuşmasında bizi daha da düşündüren ve bu kadar olmaz dedirten bazı sözleri de sarfetmiştir.
 
Sayın Mahkeme Başkanı kaş yapayım derken göz çıkartmış ve şu talihsiz açıklamaların tarafı olmuştur:
 
“Tabii biz, Anayasa Mahkemesi olarak, belki günaha girebilirim, içimden af diliyorum; Allah’ı Türkiye’nin dışında bir yere konumlandırdık. Ama sakın içeri girme, girersen şöyle olur, böyle olur. Sıkıntı bundan doğdu biraz.”
 
Sayın Başkan’ın bu sözleri maksadını aşmış ve yakasına yapışmıştır.
 
Sayın Mahkeme Başkanı bilmelidir ki, Cenab-ı Allah, tövbe haşa, kimsenin, ama kimsenin siyasi hesaplarına konu olamayacaktır.
 
Yüce Rabbimizi ağızlara alırken herkes itinalı, özenli ve saygılı olmalıdır.
 
Allah ne yerdedir, ne göktedir; ne içeridedir, ne dışarıdadır; hamd olsun ki Allah her yerdedir ve hepimize şah damarımız kadar yakındır.
 
 
 
Değerli Arkadaşlarım,
 
Başbakan Erdoğan sürekli yalan söylemekte ve gerçekleri çarpıtmaktadır.
 
Geçen haftaki grup toplantısındaki bazı iddiaları hakikaten akıllara zarardır.
 
Başbakan Erdoğan, TİKA görevlilerinin Türkmenistan’ın Merv şehrinde Sultan Alpaslan’ın türbesini bulduklarını ve bu türbeyi restore ettiklerini söylemiştir.
 
Ancak gerçekte henüz Sultan Alparslan’ın mezarının yeri bulunamamış, üstelik bu konuda herhangi bir arama çalışması da halen başlatılmamıştır.
 
Eğer ki, Başbakan’ın kast ettiği türbe Sultan Sencer’e ait ise, bu türbenin restorasyon işini 57. Cumhuriyet Hükümeti döneminde biz çoktan yaptık ve tarihi görevimizi vecd ile yerine getirdik.
 
Anlaşılan Başbakan Sultan Sencer ile Sultan Alparslan’ı birbirine karıştırmaktadır.
 
Yine Başbakan Erdoğan, “MHP’ye sorun, milliyetçiler ya, inanın bu köyü bilmez. Kocacık Köyü, Gazi Mustafa Kemal’in babasının doğduğu, büyüdüğü köydür. TİKA gitti, köyü buldu, Ali Rıza Efendinin evini tespit etti, oraya büyük bir anı evi inşa etti ve bu ev tamamlandı, ziyarete açıldı.” demiştir.
 
Bu konuda da gerçek şudur: Gazi Mustafa Kemal’in Makedonya Kocacık Köyü’nde bulunan babası ve dedesine ait evin aslına uygun olarak yapılması projesi bizzat 57. Cumhuriyet Hükümeti’nde bize nasip olmuştur.
 
Başbakan burada da çakmış, burada da maskesi düşmüştür.
 
Daha birçok iddiası çarçur olan Başbakan, kendisini bilgilendiren akıl danelerine dönmeli ve onlardan hesap sormalıdır.
 
Öte yandan Başbakan Erdoğan’ı bu aralar tarih merakı ve Meclis zabıtlarını okuma hevesi sarmıştır.
 
Bununla birlikte tarihten husumet çıkarmakla kalmayıp, tahrip etmeye, sahip olduğu değer ve mesajlarından saptırmaya da kalkışmıştır.
 
Başbakan Erdoğan, benimsediği bölücü politikaları aklamak ve temize çıkarmak için ilk Meclis’in kutlu hatıralarını, milli mücadele yıllarındaki ateşli toplantıları bugünlere delil göstermiştir.
 
Ve 23 Nisan 1920 ruhuyla yeni bir Türkiye inşa ettiklerini iddia etmiştir.
 
Eğer Başbakan 23 Nisan ruhuna samimiyetle bağlıysa, Birinci Meclis’in sırrına ermişse, 93 yıllık birikimi yeni olarak kabul ediyorsa gerçekten hizaya gelmeye, aklını da başına almaya başlamış demektir.
 
Fakat Başbakan’ın amacı başkadır.
 
Övdüğü 23 Nisan ruhu aslında umurunda değildir.
 
Çünkü kendisi için 23 Nisan felsefesi kâbustan farksızdır.
 
Başbakan Türk milletini 36’ya bölmek ve bunu meşrulaştırmak gayesiyle tarih sayfalarında kendisini doğrulayacak numuneler aramaktadır.
 
Bulduklarından işine geleni kullanmakta, işine gelmeyeni de buruşturup atmaktadır.
 
Başbakan Erdoğan; Kürdistan ifadesinin Meclis zabıtlarında bulunduğunu, Gazi Mustafa Kemal’in nutkunda yer aldığını, Osmanlı’ya gittikleri zaman Doğu-Güneydoğu’nun Kürdistan, Doğu Karadeniz’in de Lazistan eyaleti olduğunu ileri sürmüştür.
 
Biz yine böylesi bir tartışma üzerine, 2 Nisan 2013 tarihli TBMM Grup toplantımızda konuyla ilgili düşüncelerimizi ana hatlarıyla ifade etmiştik.
 
Her şeye rağmen şunu söylemek lazımdır ki, Başbakan tarih cahili olduğundan imparatorlukla milli devleti birbirine karıştırmakta, kendisine dayanak bulmak için bir insanı yerin on kat dibine sokacak hatalara imza atmaktadır.
 
Bize göre, Cumhuriyet’e geçişin en önemli kazanımı, yönetici elitin batı­ya olan tutsaklığının veya teslimiyetinin son bulmuş olmasıdır.
 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşuyla birlikte Misak-ı Milli sınırları dâhilinde Anadolu toprakları üzerinde yaşayan herkesi tek bir millet olarak kabul etmiş ve kimseyi dininden veya dilinden dolayı dışlamamıştır.
 
Cumhuriyetin dışladığı kişiler sadece ve sadece ‘yüz ellilikler” listesindeki işbirlikçi hainler olmuştur.
 
Kürt Teali Cemi­yeti, Kürtleri İngiliz emperyalizminin safına almaya çalışan bölücü bir çıbanbaşı olmuş ve kurtuluş yıllarında ya bağımsız ya da özerk bir Kürdistan için her tertibin içinde yer almıştır.
 
Milli Mücadele döneminde Kürtlere özerklik ver­mek isteyen en başta Damat Ferit Hükümeti, ayrışmayı esas alan özerklik biçimini Kürtlere vaat eden metin ise Sevr Projesi’dir.
 
Aklı, milli haysiyeti ve milli omurgası olan hiç kimse, Sevr’i yırtıp atan milli mücadele kahramanlarının, bu ihanet belgesindeki ifadeleri savunduğundan bahsedemeyecektir.
 
Gazi Mustafa Kemal’in kardeşliğe vurgu yapan tamim, telgraf, beyanname ve konuşmaları oldukça fazla­dır.
 
Başbakan’ın, zahmet edip bunların altını çizerek okumasında herhangi bir engel olmayacağı gibi, kendisinin yetişmesine de epey bir katkı vereceği tartışmasızdır.
 
Ayrıca 1920’li yıllarda Osmanlı Devleti’nin tüzel kişili­ğinin hukuken devam ettiği unutulmamalıdır.
 
Bu tarihlerde Anadolu’daki askerî ve mülkî idare hukuken İstanbul’daki hü­kümete bağlıdır.
 
İlk Meclis’teki havanın İmparatorluk hassasiyetinin genel temayülünü yansıtması son derece normaldir.
 
Ve şurası da kesindir ki, Kürdistan; ‘Şark Meselesi’nin ana terminallerinden birisi, Anglosakson kuşatmanın ve vahşiliğinin bir öğretisidir.
 
Bunun dışında Birinci Meclis’ten Kürdistan’a destek aramak, bölünmüş Türkiye için gerekçe oluşturmaya çabalamak Başbakan’ın yeni diye yutturduğu, ama mazisi iki asrı aşan parçalanma ve bölünme projesinin maskelemesinden başka bir şey değildir.
 
İlk Meclise bakınca Başbakan İmparatorluk bakiyesi etnik kimlikleri, biz ise kahramanlıkları, bir olmuş, iri olmuş ve diri durmuş cesaret timsallerini görüyoruz.
 
İlk Meclis’e bakınca Başbakan 36’yı, biz ise vatanı ve namusu için ayağa kalkmış topyekûn büyük Türk milletini görüyoruz.
 
İlk Meclis’e bakınca Başbakan Kürdistan’ı, biz ise Türkiye Cumhuriyeti’nin müjdesini ve Türk milletinin bağımsızlık tutkusunu görüyoruz.
 
Çünkü biz Milliyetçi Hareket’iz.
 
Devleti kuran, milleti kurtaran, geleceği kurgulayan derin anlayış ve engin kavrayışın temsilcileri olan Türk milliyetçileriyiz.
 
Başbakan tarihte; Cemil Çeto’yu, Delibaş Mehmet’i, Çapanoğlu’nu, Koçgiri Aşiretinden Alişan’ı, Ali Galip’i, Şeyh Said’i, Damat Ferit’i, isyancıları, bölücüleri, ayrılıkçıları, hainleri, yabancı ajanlarını, ilk Meclis’teki bazı münferit isimleri övmektedir; biz ise Ötüken’den Çanakkale’ye, Sakarya’dan Dumlupınar’a kadar bir hilal uğruna şehit düşen, Türk tarihinin her devrinden fışkıran mübarek yüzlerle iftihar etmekteyiz.
 
Başbakan’a tavsiyemiz, Mustafa Kemal’i iyi anlaması, ilk Meclis’in temsil ettiği zihniyeti lekelememesi, hele hele merhum Başbuğumuz Türkeş Beyi ağzına alırken edepli olmasıdır.
 
Bize büyük devlet olma konusunda ahkâm kesecek, korkular üzerinden ders verecek en son insan bile Recep Tayyip Erdoğan değildir ve olmayacaktır.
 
Konuşmama son vermeden önce Başbakan’ın Trabzon’da yaptığı 61 hesabına da kısaca değinmek istiyorum.
 
Değişik zamanlarda bizim 40 hesabımızla alay eden Başbakan, meğerse bunu da taklide karar vermiş; Trabzon’un fetih yılından plakasına, hükümet sayısından yaşına kadar zorlaya zorlaya 61’e tutturmuştur.
 
Başbakan’ı bu matematik dehasından dolayı tebrik ediyor, kendisinden daha fazlasını bekliyorum.
 
30 Mart’ta Trabzon’dan 61 uman Başbakan, mesela Adana’dan, Adıyaman’dan ve Afyonkarahisar’dan acaba ne beklemektedir? Oraların plakaları nedir acaba?
 
Bizim 40 hesabımızı 61 rekoruyla kıran Başbakan Erdoğan herhalde bundan sonra dur durak bilmeyecek, toplama ve çarpmadan ziyade bölme ve çıkarmalarla girdiği karanlık yolda ve elinde abaküsle yana yakıla dolaşacaktır.
 
Bu düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyor, başarılılarla dolu bir hafta geçirmenizi Cenab-ı Mevla’dan niyaz ediyorum.
 
Sağ olun, var olun."

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Okuyucu yorumları ile ilgili olarak açılacak davalardan Sözcü18.com sorumlu değildir.
Önceki ve Sonraki Haberler