Hatice AĞIR
Çoktan seçmeli sistemin getirdiği nokta...
Siz hiç ayaklarınız toprağa bastığı için nefes almaktan vazgeçtiniz mi? Belki de nefes alıyorsunuz diye su içmekten vazgeçmişsinizdir... Bunların birisini diğerine değişmediğinize aslında çok eminim ama belki de hem toprağa basıp hem nefes alıp hem de su içtiğiniz için görmekten, duymaktan, yemek yemekten, okumaktan, sevmekten... Evet! Evet kesinlikle sevmekten vazgeçmiş olabilirsiniz.
Yaşam siz ona tutunun ya da tutunmayın, o size mutlaka tutunur. Aksi halde zaten bu satırları okumanız, merak etmeniz, araştırmanız ya da yaşamınızda bir şeyleri, birilerini sevmeniz imkansızdır. Sevmek için ise derviş olmak gerekmez, insan olmak yeterlidir. Ancak ayırmadan, tercih etmeden sevebileceğimizi unutturdular bize zaman içerisinde... Hep bu çoktan seçmeli sistemleri günlük hayata da uyarlamak için çırpınanlar sayesinde... Bir çocuğa sorulan en saçma soruyla başlar yaşamda bu seçmeye zorlama durumu... "Anneni mi, babanı mı, dedeni mi daha çok seviyorsun?" diye... Ama şimdiki çocukların hep fazladan bir şıkları var ve "hepsini" demeyi şıklarda olmasa da biliyorlar...
Eskiden öğrendiklerimizi ifade edebilmemiz için yazılı sınavlarda sorular vardı ve soruların cevaplarını algıladığımız gibi yazarak ifade ederdik... İçimizden geldiğince, bildiğimizi öngördüğümüzce ve neden bu öngörüye sahip olduğumuzu öğreticinin/eğiticinin değerlendirebileceği şekilde ifade ederdik... Bazen bildiğimize inandıklarımızın nedenleri öğreticinin/eğiticinin yüzünde bir tebessüm olur bazen de kimliğimize açılan kapının anahtarı olurdu. Çünkü neyi neden düşündüğümüzü anlayabilir ve bize bu yolla çok daha rahat erişim sağlayabilirdi.
Sonra zaman hızlandı... Öğrendiklerimizi daha kısa sürede daha çoğul olarak analiz edebilmek için, soruların altına verdiğimiz uzun uzadıya cevaplar arasında boğulmamak için çoktan seçmeli şıklar koymaya başladılar... Şıklar iyiydi, öğrenen içinde çok “şık”tı... Çünkü ya bir çağrışım yapar ya da "bilemedim" yerine “kaydırma yapmışım!” bahanesini, avuçlarımızın içerisine bırakırdı. Ancak gerçek şu ki bu şıklar, kimliğimize açılan anahtar olan satırlarımızın, öğretici/eğitici ile aramızda gizlice oluşturduğumuz köprülerin ortadan silinmesi için, her şeye acele edilen dünyada verilmiş en acele kararların bir yansımasıydı.
Karar vermek deyince bu çoktan seçmeli şıklar bize ille de birini ya da bir şeyi seçmemiz gerektiği dayatmasını o zamanlardan işlemeye başladı. İlerleyen dönemde ise aşağıdaki gibi sorular sormaya başladık kendimize...
“Aşağıdaki meyvelerden hangisi doğrudur?”
(a) Yeşil elma
(b) Armut
(c) Karpuz
(d) Sarı elma
(e) Kırmızı elma
Bir kere soru yanlış oldu mu istediğiniz şıkkı seçin... Değişen tek şey sadece birisini seçmiş olmanız... Ortadaki yanlış ise hep baki... Aşağıdaki meyvenin doğrusu mu olur?
- Aşağıdaki meyvelerden hangisi diğerlerinden farklıdır?
- Aşağıdaki meyvelerden hangisi diğerlerinden farklı bir şekilde yetişir?
Belki doğru sorular olabilirdi ve seçmekte zorlanmadan, seçme bir saçmalığa girmeden cevap verebilirdiniz ama doğru cevabı verebilmek için en azından doğru soruya sahip olmak gerekirdi. Bu haliyle bile bir çocuğun neden Karpuzu diğerlerinden farklı gördüğünü bilmek, onu bize anlatabilmesi için kurduğu cümlelere dokunabilmek belki doğru bildiği cevabı öğrenmek için daha uzun bir zaman harcamayı gerektirirdi ama düşünce yapısını anlayabilmek için önemli bir fırsat verirdi.
Tanınmış kişi olmak ise doğru soru sormaya zorlar insanı... Çünkü doğru soruyu sormadan ürettiğin cevaplarla seni seven ya da sevmeyen kişiler üzerinde yönlendirici etkiye sahipsindir. Böyle durumlarda ise tanınmış kişinin doğru soruyu soramaması dışında başka bir neden daha olabilir, soruyu sormamış ve sadece bir yerlere görünür olmak için cevabı ortaya sallamıştır... Sadece doğru soruyu sormayı beceremediği için böyle bir cevap verdiğini düşünmek istediğim bir ünlü var tabi ki! Yoksa bunca satırla neden şişireyim o güzel gözlerinizi ve en azından bu yazımı okuma lütfunda bulunmuş beyinlerinizi!
M. demiş ki;
“İlkokulda 5 senede Selanik’le Anıtkabir arası tüm kareleri beynimize soktular sağ olsunlar. Ama kanımız Fatih’in kudreti, ruhumuzda Peygamberimizin aşkı vardı bunu unuttular!”
Ah be M.F.Ö’nün M’si…
“Mecburen” miydi bu sözler? Yoksa bu yaşta neyin “heyecanlı” halleriydi bunlar? Mazeretin varsa ve asabi bir anınsa keşke sussaydın...
Neyin kıyaslaması bu? Ne sordun da kendine bu cevap çıktı ortaya?
Hz. Muhammed’i (s.a.v) bu konuya hiç karıştırmak istemiyorum. Böyle bir kıyas içerisine girmiş olmasını da doğru bulmuyorum. Çünkü evrensel ve ilahi bir dinin, üstelik son gönderilmiş olan dinin peygamberini dünya üzerinde herhangi bir lidere duyulabilecek bir sevgi ile kıyaslamaya sokabilmek bir insanın gerçekten sınıflandırma – ayrıştırma ve kümeleme yetkinliğinin olmaması anlamına gelir. Bizim dinimizde diğer peygamberlerle bile böyle bir kıyas yapılması yanlış kabul edilirken bu nasıl bir şaşkınlık anlamlandıramıyorum.
Gelelim Fatih Sultan Mehmed’e, azıcık evet kesinlikle azıcık tarih bilen her Türk vatandaşı bilir ki Fatih Sultan Mehmed 1453’de İstanbul’u almıştır ve bu dönemlerde yani 15. yüzyılda yaşamış, çağ kapatıp, çağ açmış, aldığı topraklarda farklı halklara ve farklı inançlara hoşgörü ile yönetim sağlamış bir Türk Sultanıdır. Ayrıca Peygamber Efendimizin, “Konstantine elbette feth olunacaktır. Ne güzel kumandandır o kumandan ve ne güzeldir o askerler.” sözüyle kutlu bir kumandan olma şerefine eriştiği bilinmektedir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise 19. yüzyılın sonlarında dünyaya gelmiş ve 20. yüzyıla damgasını vuran, bütün dünya devletlerini bu topraklardan def etmiş bir komutan ve liderdir. Fatih Sultan Mehmed’le arasında 4 asırlık bir fark bulunmakla birlikte, Fatih Sultan Mehmed’e rakip değil onun aldığı ve nesiller sonraki torunlarının koruyamayarak İşgal güçlerine teslim etmek zorunda kaldığı İstanbul’u düşman işgalinden kurtarmış, anlayacağın aslında ikinci kez fethetmiş istesen de istemesen de Müslüman (çünkü din hiçbir kulun tekelinde ve "benim gibi inanacaksın" diyebileceği bir bağımlılıkta değil!) komutandır. Cihanla, bu senin konser vermek için özel uçaklarla ve VIP araçlarla gezdiğin topraklarda savaşmak için kaburgası kırık at sırtında kılıç kuşanıp çarpışmış bir komutandır. Oysa ilkokulda 5 yıllık eğitiminde sana bu bilgilerin hepsini vermişlerdi değil mi? Keşke verilenleri doğru konumlandırabilmeyi bilebilme becerisini de yerleştirselermiş.
Bize hep çocukken M.’yi dinlettiler çünkü tek kanal vardı... Oysa biz bu topraklarda Mevlâna gibi sabredip, Kayahan’la dağların duvar oluşuna meydan okuduk... Cümlesi ne kadar olduysa bu saçma seçme dayatması da o kadar mantıklı olmuş.
Bazen nefes alabildiğiniz için toprağa bastığınızı ve suyu bulabilmek için toprağa basmak ve aramak gerektiğini hatırlamak gerekir. Birbirinden ayırmadan sevebilmenin yolu vardır hayatta birçok şeyi... Yanlış soruların, cevapları da yanlış verilmeye mahkumdur. Seçmeyin! Bazen hepsini sevmeyi seçin mesela şıkları kedi mi, kuş mu, köpek mi diye giden bir sorunun çatısı hangisini seviyorsun olmasın... Ama cevabı hepsini seviyorum olsun... İlle de kedinin, köpeğin, kuşun üstüne sorudan bir çatı takacaksınız mesela "hangisinin kanatları var, hangisi fare kovalar, hangisinin iki ayağı var?" olsun...
Bu arada “Desidero” İtalyanca bir kelime olup Türkçesi “keşke”ye karşılık geliyormuş anladığım kadarıyla “Desidero” demeye daha çok devam edeceksiniz bay M.
Bir yanda Yunanlılar'ın makus tarihlerine isyanı üzerinden başlattıkları ve yine muhtemelen aynı 30.Ağustos. 1922’de aldıkları öğretiye benzer bir öğretiyle neticelenecek yüzmeye yönelik spor aktiviteleri, diğer yanda Covid-19 süreciyle değişime giden sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yaşamlarımız... Bir kısmımız titizlikle kurallara uyarken, bir kısmımız ise maskeyi halen nereye takacağını keşfedememiş halde geziyoruz... Bir de yanlış sorulmuş ve yanlış cevaplanmış sorularla kutuplaşma yaratmalarına fırsat vermeyelim. Bizim hep zamane çocukları gibi cebimizde sakladığımız, cevap anahtarına yazmadıkları bir şıkkımız daha olsun... O da hepsini sevebileceğimizi, hepsinin bize dair olduğunu ifade eden şık olsun.