Metin YILMAZ
Çankırı'da çocukluğumuzun yılbaşları...
Kırgın bir dost gibi, pek gelmiyor artık kış kapımıza…
Bizler çocukken Çankırı’da yılbaşı demek; "kar" demekti, "kış" demekti... Her yılbaşında mutlaka lapa lapa kar yağardı. Ekim ayında da kar yağdığını hatırlıyorum ama genelde Kasım’la başlardı kar yağışı… Aralık, Ocak ve Şubat aylarında kar daha yoğun yağardı. Sobalarda Kasım’la birlikte yanmaya başlardı. Mart ayında yerler beyaz ama hava da acayip kuru ayaz olurdu. Çankırı’da kışlar uzun ve zorlu olsa da, keyifli yaşanırdı... Bizim çocukluğumuzda yağan karlar zamk gibi yapışır, günlerce erimezdi, yerden kalkmak bilmezdi. Kimi zaman sokak kapılarımızın önünde biriken karı kürümek zorunda kalırdık. Kışın ayazıyla birlikte takır takır buza çekerdi her yer. Evlerin kiremit uçlarından buz saçakları eksik olmaz, büyüklerimiz mutlaka her gün tembih ederdi:
"Allah muhafaza başınıza buz düşer, sakın saçak altından gitmeyin!" diye.
Odunlukta, kömürlükte kışı bekleyen kızaklar ilk karla birlikte telaşla çıkarılır, küçük bir bakımdan sonra vakit geçirmeden karla kucaklaşırdı. Kar yağışıyla birlikte küçük-büyük herkes sokağa dökülür önce kartopu savaşları, ardından guruplar halinde yapılan kardan adamlar dikilirdi mahallenin farklı köşelerine. Kar yağışı devam ederken; giderek kalınlaşan karlar üzerinde küçük çaplı kayma eksersizleri yapılır hafiften buzlanma olunca da, kızaklar inerdi buz pisti haline gelmiş sokağa... Kaymayı daha zevkli hale getirmek için hoplangaç denilen tümsekler yapılır, kızakla bu tümseklerden hoplanırdı. Kızakla uzun ve süratli bir kayış gerçekleştirebilmek için yokuş aşağı, "şak kurmak" tabir edilen “kızağı haşin bir biçimde buza vurarak harekete geçtiğinde binme” eylemi yapılırdı. Kızak en idealiydi ama herkesin kızağı yoktu, bu zevkten mahrum olmamak için plastik çamaşır leğeninden, muşamba masa örtüsüne, naylon terliğe kadar buzda kaymaya yarayacak her şey kullanılır ailece, mahallece şen şakrak eğlenilirdi.
Çocuklar için kışın güzelliği anlatılmazdı... Yılbaşı adına bir eğlence düzenlemeye gerek yoktu. Çünkü çocuklar için kışın kendisi, baştan sona eğlenceydi. Acısu’dan Tahtaköprü’ye, Tahtaköprü’den Büyük Cami’ye, Büyük Cami’den de Atatürk Anıtı'na kadar kızağımla kayarak inişimde yaşadığım sevinç ve coşkuyu anlatabilmem mümkün değil…
Kar keyfine doyamadan gece yarılanırdı amma her gecenin bir sonu vardı ve birbirimize “evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine...” tekerlemesiyle takılarak, hiç istemeyerek evlerimize çekilirdik. Bu çekilme esnasında ertesi gün daha çok buz tutsun diye çaktırmadan su dökmeyi de ihmal etmezdik. Gecenin karanlığında birileri de kırık, çıkık olmasın diye buzun üzerinde kül serperdi. Hareket halinde üşüdüğümüzü, ıslandığımızı bilmezdik. Eve gelip sobanın yanına çöktüğümüzde ellerimiz ayaklarımız sızım sızım sızlar; biraz ısınınca kendimizi yatağa zor atardık.
Odun ve kömür, yaz ayının ortalarında satın alınır ve evin kömürlüğüne itinayla istiflenirdi. Çankırı’ya demiryoluyla getirilen kömür için sabahın köründe sıraya girilir, sırası gelen at arabasıyla kömürünü evine taşırdı. O dönem linyit kömürü tüketilse de, her evde birkaç çuval kok kömürü de bulunurdu.
Çankırı’da 60’lı-70’li yıllarda kullanılan en popüler sobalar kuzinelerdi... Kuzine, ısıtmanın yanı sıra birçok işe de yarar ve sanki manevi sıcaklık üflerdi hanelere... Kuzinenin üzerinde bakır tencerede yemekler aheste aheste pişer, soba üstünde ki güğümden gelen tıslama sesi eşliğinde uykunun tadı bir başka olurdu. Mavi emaye çaydanlıkta gün boyu çay demlenir, evdeki hasta trafiğine göre ıhlamur çaydanlığı da kuzinenin üzerindeki yerini alır, akşam çorbası kuzinenin üzerinde kaynardı. Kuzinenin en can alıcı özelliği, fırın gözüydü. O göze pişmek için her ne girse, muhteşem bir lezzete dönüşerek çıkardı. Börekler, çörekler orada pişer; patates, kestane, patlıcan orada közlenirdi. Kuzinede maşa üzerinde kızarmış ekmeğe Sana yağı, çökelek peyniri ve Hacer Teyze'nin çarşamba pazarında sattığı çemeni sürünce başkaca katığa gerek kalmazdı...
Yılbaşı'nın vazgeçilmezlerinden biri de rengârenk kartpostallardı. Özellikle manzara üzerine dökülen simler, kartpostalları daha cazip hale getiriyordu. Geçmişin kutlama aracı kartpostalların kullanımı, gün geçtikçe azalıyor. Bunun müsebbibi de önce bilgisayar, sonra da cep telefonlarının hayatımıza girmiş olması. Teknolojinin hızla geliştiği günümüzde kartpostal alıp arkasına yazmak, insanlara çok zor geliyor. Aslında bu güzel alışkanlığı yaşatmak ve yaymakta fayda var ama artık duygularımızda elektronik olduğu için, bu pek mümkün görünmüyor.
Yılbaşında evlere kasayla gazoz alınırdı. Gazoz deyince, o dönem Çankırı'da 3 tane gazoz imalathanesi (Kartal, Sıhhat, Ender) vardı. Buzdolabının evlere yeni girmeye başladığı yıllardı. Kışın fişi çekilmiş olsa da gazoz şişeleri beyazlı, sarılı, siyahlı dolabın içine dizilirdi.
Bugün yerinde yeller esen, Büyük Cami’nin altındaki Çankırı semt hali yılbaşında panayır yerine döner, normalde sıra olmayan terazi başlarında kuyruklar oluşurdu. Bu satışlar esnasında esnafın bağırış çağırışları da haldeki kalabalığa ayrı bir renk katardı. En çok satılan meyveler mandalina, portakaldı. Bu yüzden hal "Eczane burdaaaaa... Vitamin burdaaaaa..." haykırışlarıyla çınlardı. O yıllarda, normal zamanlarda hasta ziyaretlerinin vazgeçilmezi olan muzda girerdi yılbaşı filesine.
Balıkçı Hüseyin “Derya Kuzusuuuu...” nidasıyla kürek kürek hamsiyi kese kâğıtlarına doldururken, Çorum Leblebicisi de gecenin ilerlemiş saatlerinde tıklım tıklım müşteri kaynardı. Nergizler'in gazete bayiinde yılbaşı için özel getirilen tombalalar kapış kapış satılırdı. Siyah beyaz “Saatli Maarif” duvar takvimin pabucunun "Renkli Ülkü" takvimiyle dama atıldığı yıllardı... Bankalar yılbaşı için hazırlanan plastik defter kaplığı, kalem, silgi, ajanda ve kumbara dağıtırlardı. Öğrenciler ciğerci kedisi gibi gün boyu banka etrafında dolanıp dururlardı.
Türkiye Cumhuriyetinin 100. yılına eriştiğimiz 2023 yılı, Türk Milletine kutlu ve uğurlu olsun.